Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Ece Temelkuran ilk romanı 'Muz Sesleri’nde, Türkiye’nin de ait olduğu yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu’dan…
“Okuyucularımdan bir isteğim var
Onlara çok sevdiğim bir dil ustasının romanını öneriyorum
” (Yaşar Kemal)
Hep bir iç savaştır aşk
Bir neden arar kendine… Tıpkı Ortadoğu gibi… Ruhla etin bitmeyen savaşı gibi
Ece Temelkuran'ın ilk romanı 'Muz Sesleri', herkesi hiç kimse yapan sessizlikten kurtulmanın, kendi Ortadoğunuzu bulmanın romanı
Oxford, Paris, Beyrut Üçgeni
Temelkuran, Beyrut’ta yazdığı romanıyla, Türkiye’ye, “Aslında sen de Ortadoğulusun,” diyor
Odağında erkeklik, kadınlık, savaştaki şiir, İslami direniş gibi kavramların yer aldığı 'Muz Sesleri’nde Temelkuran, okurlarına yeni bir dil ve şaşırtıcı bir kurguyla aşkı ve savaşı anlatıyor
Oxford, Paris ve Beyrut’ta geçen roman, Batı’nın ve Doğu’nun günahlarına, “iki buçuk” aşk hikâyesinin içinden bakıyor
''Her günkü elektrik kesintisi başlamadan önce ve sabah serinliği sona ermek üzereyken, uykusunun arasında kalkıp havalandırmayı çalıştırabilen, tam rüyaya dalacakken jenaratöründe mazot bulunduğunu hatırlayıp rahatlayan şanslı Beyrutluların dışında kalan pek çok kişi, şu anda evlerinde cereyan yapacak iki camı açıyor, Jetawi Yokuşu'ndaki bu pencerelerden birinden, yokuşun başındaki apartmanın en üst katından, yarı İngilizce, yarı arapça bir şarkının sözleri sarkıyordu
'' (Kitaptan)
Yazar okurunu, Ortadoğulu olan herkesin bildiği ama bildiğini unuttuğu “muz seslerinin” gizini öğrenmeye çağırıyor
Chres Cleave/Küçük Arı:"Size bu kitapta ne olduğunu anlatmak istemiyoruz; çünkü gerçekten çok özel bir hikâye ve biz onu bozmak istemiyoruz.
Yine de bu kitabı almanıza yetecek kadar bilmeniz gerektiğinden, sadece şu kadarını söyleyelim:
Bu, yaşamları kaçınılmaz bir şekilde çarpışan iki kadının hikâyesidir. Ve biri korkunç bir seçim yapmak zorundadır.
İki yıl sonra tekrar karşılaşırlar ve hikâye burada başlar...
Bu kitabı okuduğunuzda herkese anlatmak isteyeceksiniz. Bunu yaptığınızda, lütfen, neler olduğunu anlatmayın; çünkü bütün büyü, olayların akışında...
"Bir sonraki Uçurtma Avcısı."
-Library Journal-
"Sizi alıp götürecek''
-Washington Post-
"Okuduktan sonra unutmanız hiç de kolay olmayacak."
-Financial Times-
Genç Türk Romancı Serdar Özkan'ın ilk romanı Kayıp Gül bugüne kadar 29 dile çevrildi, 40'tan fazla ülkede basıldı. Kanada'dan Japonya'ya, Brezilya'dan Endonezya'ya, dünyanın dört bir yanında okurların büyük ilgi ve beğenisini kazanan Kayıp Gül, birçok ülkede haftalarca bestseller listelerinde yer aldı.
Tüm zamanların en çok okunan ve sevilen kitaplarından St. Exupéry'nin Küçük Prens'i, Richard Bach'ın Martı'sı, Hesse'nin Siddarta'sı ve Paulo Coelho'nun Simyacı'sına denk tutulan Kayıp Gül, özgün bir "kendini keşfetme" romanı.
Değişik kültür ve felsefeleri günümüzün modern yaşantısıyla iç içe sunan Kayıp Gül, Doğu'yla Batı arasında bir köprü eser niteliğinde. Sanki bu yönüyle, hem tarihsel hem de coğrafi anlamda Doğu ile Batı arasında bir köprü olan kültürümüzün çağdaş edebiyata akseden bir yansıması.
Kayıp Gül'ün kahramanı Diana'nın peşine takılan okur, başta Türk kültürüne olmak üzere, Yunan mitolojisinden Yunus Emre'ye; William Blake'ten Sokrates'e; doğu mistisizminden Küçük Prens'e; Meryem Ana'dan Nasrettin Hoca'ya; modern yaşantıdan ****fiziğe; gerçek dünyadan düşlerin dünyasına ve San Francisco'dan İstanbul'a uzanan bir yolculuğa çıkıyor.
Eserlerinde doğu ve batı motiflerine eşit derecede yer veren Serdar Özkan bir röportaj sırasında kendisine yöneltilen, "Siz, batı hakkında yazan doğulu bir yazar mısınız, yoksa doğu hakkında yazan batılı bir yazar mısınız?" sorusuna "Ben bir insanım" diye cevap verecek kadar insanın evrenselliğini ve birleştiğimiz noktaları ön plana çıkaran bir yazar.
Kayıp Gül, evrensel mesajları ve kültürleri buluşturan, Doğuyla-Batıyı birleştiren yönüyle, özellikle kültür çatışmalarının giderek arttığı dünyamızda ümit veren bir eser. Kanada televizyonunda, Kayıp Gül'ün hayatında okuduğu en güzel öykülerden biri olduğunu belirten kitap eleştirmeni Christine Michaud, Kayıp Gül'ün bu yönüne özellikle dikkat çekiyor. Kayıp Gül için "Bu kitabın bizi birleştirmeye gücü var," diyen Michaud, kitaptaki öykünün her insana hitap ettiğini söylüyor.
Serdar Özkan romanlarında, farklılıklarımızdan çok ortak yönlerimize vurgu yapıyor. Yazar, degişik kültürlerden gelen insanların farklılıklarını kabul etmekle birlikte, yine de insan olarak benzerliklerimizin daha önemli olduğunu savunuyor. Üniversite eğitimi için gittiği Amerika'da dört sene yaşayan Özkan, bu düşüncelerinin orada, tamamen farklı bir kültürde yaşarken şekillendiğini söylüyor. Zaten Kayıp Gül de ikiz kız kardeşini aramak üzere
İstanbul'a gelen Amerikalı Diana'nın öyküsünü anlatıyor.
Kayıp Gül aynı zamanda, başkalarının beğenisini ve takdirini kazanmak uğruna düşlerinden ve kendinden ödün veren genç bir kızın öyküsü. "Başkaları benim hakkımda ne düşünür?" kaygısıyla hayallerini ve "kendi olmayı" terk eden ve bu yüzden sonunda dibe vuran Diana'nın kendini geri kazanma savaşının öyküsü. Bu savaşında ona St. Exupéry'nin Küçük Prens'i, Küçük Prens'in gülü ve İstanbul'un gülleri eşlik ediyor.
Kayıp Gül Hakkında Dünya Basınından:
"Türklerin Küçük Prens'i tüm dünyayı büyülüyor."
-Helsinki Sanomat, Finlandiya-
"Muhteşem bir öykü. Bu romanın yaptığı muhteşem. Denilebilir ki, bu romanın bizi birleştirmeye gücü var."
-TVA Televizyonu, Kanada
"Büyük bir global başarı. Simyacı, Küçük Prens ve Martı'yı sevenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap."
-Air Beletrina , Slovenya-
"Gerçek mutluluğu aramak üzerine ilham verici harikulade bir öykü."
-Magazin 2000plus, Almanya-
"Masalsı bir çıkış."
-Boek , Hollanda-
"Kayıp Gül Doğu ile Batı arasında bir köprü."
-Vijesti - Sırbistan ve Karadağ-
"Serdar Özkan çağdaş Türk Edebiyatının en önemli temsilcilerinden."
-Moleskine City, İtalya-
"Kayıp Gül hayatımda okuduğum en güzel öykülerden biri. Kitabı bitirdiğiniz zaman, kendinizi bir hediye almış gibi hissediyorsunuz. Ben öyle hissettim."
-Christine Michaud,
-TVA Televizyonu, Kanada-
"Çağdas bir fabl, derin ve bilgece - St. Exupéry'nin başyapıtı Küçük Prens'in tadında.
-DPA, Almanya-
"Bu kitaba bayıldım, çok sevdim. Yazarının insan doğasına dair gözlem ve tespitleri mükemmel."
-Gino Chouinard, Salut Bonjour Weekend - Kanada
"Simyacı, Küçük Prens gibi kitapları seviyorsanız, çok hoşunuza gidecek."
-Time Out-
Kayıp Gül Hakkında Türkiye'den:
"Serdar Özkan genç ve yetenekli bir romancı, onun adını önümüzdeki yıllarda sık sık duyacağınıza sizi temin edebilirim." -İskender Pala, 27.11.2003-
"Çok başarılı, masalsı bir roman."
-Prof. Talât Sait Halman, Bilkent Üni. Edebiyat Fakültesi Dekanı-
"Adına hikmet denen altın cevherine ve geleneğin epik değerlerine bir yer açılması ne kadar sıra dışı... Sıra dışı olduğu için şaşırtıcı, heyecan verici, sevindirici... Rehberi hikmet olan "Kayıp Gül"deki arayışçı, bizi bir kez ardına taktığında, hem eğitici hem haz verici bir serüvenin ortağı konumuna ulaşıp zengin kavramlar elde ediyoruz."
-Ayşe Şasa, Yazar -
28 Şubat süreci….her gün bir yığın hüsran… Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye…
İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşınızda. Usta yazar, 12 Eylül'ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetler'ndeki 15 yılın hikâyesini içeriden okuma fırsatı veriyor.
(…) Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savruluş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ev bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.
Kitapta Öne Çıkan Bölümler
İskender Pala Neden Ordudan Atıldı?
- İskender Pala orduda iken, Namaz kılarken bir defa görülmüş Osmanlıca kitap okurken (Kuran zannediliyor) görülmüş. Cenaze namazında saf tutarken görülmüş.
Kızını imam hatip lisesine göndermiş
İlhami Erdil Paşa Neden Hiddetlendi?
- Recep Tayyip Erdoğan (İst.Büyükşehir Belediye Başkanı) ile İlhami Erdil (Kuzey Deniz Saha Komutanı) arasında geçen sohbet…
Askeri Lokalde Başörtü Tahammülsüzlüğü…
- İskender Pala eşi ve çocuklarıyla askeri lokalden eşinin başörtülü oluşu nedeniyle çıkartılıyor. Eşi ve çocukları önünde rencide edilen İskender Pala hukuk mücadelesini kazanamıyor.
Deniz Kuvvetleri tarihini arşivleyip bu arşive 50 araştırma kitabı kazandırmış.
Ordunun bilime yeterince önem vermediğini ifade ediyor.(Edebiyat doktorası yapmış birini doktor zannedip deniz hastanesine
gönderiyorlar)
Asker Kitapları Yakıyor…
- MEB kitapları orduda yakılıyor.- Atatürkçülük adına kitabı yakan kurumun, Türk Dil Kurumu'nun ve yine onun kurduğu Cumhuriyet'in Milli
Eğitim Bakanlığı'nın kitaplarını yakıyordu.-
Yakın Tarihimiz Bildiğimiz Dışında mı?
- Kardak konusunda araştırma yapması isteniyor. Özel izinle ulaştığı belgelerde aynı zamanda Türkiye'nin yakın tarihinin bildiğimizin dışında bir tarihi olduğunu görüyor.
Orduda Etnik ve Dinsel ayrımcılık
- İskender Pala kendisinden önce Kürt'lerin, Alevi'lerin ve Çingene'lerin orduya alınmadığını bu etnik ayrımcılığa kendisinden sonra inançlı, namaz kılan insanların da dahil edildiğine dikkat çekiyor.
Yazar : İNCİ ARAL
Baskı Yılı : 2010
Yayın Evi : TURKUVAZ YAYINCILIK
Sayfa : 280
İhanetin en uğursuzunu yaşayan Azra, tutkuyla bağlandığı, saplantılı hatta bencilce bir aşkla sevdiği Ferda ve ihanet nesnesi üçüncü kişi. Bir aşk-nefret ikilemi içinde, üçlü bir ilişkinin girdabında savrulan insanlar; çözümsüzlüğün, ikiyüzlülüğün, aşka tutsaklığın yakıcı çemberine kıstırılmış üç kişi. Yaşamın kıyısında çözümsüz kalan Azra, her şey bittiğinde belleğinin ışığında şimdiyle geçmiş arasında gidip gelir ve dehşet verici bir sonla biten hikâyesini sayfalara döker. Yaşamla ölümün kesişme noktasından geçmişe bakarken ihanetin mi sadakatin mi zor olduğunu sorgulatır okura. Günümüz ilişkilerinin çıkmazlarını, yerleşik kuralların geçersizliğini, kadınla erkek arasındaki tutku bağlarını ustalıkla işleyen İnci Aral, modern zamanların aşkları üzerinde düşünmeye zorluyor hepimizi.
“Sesi olmayan bir ağzım olduğunu bilmiyordum. Sessizliğimin ne kadar yırtıcı olduğunu. Benim değildi o ses. Konuşan ben değildim. O yükselen alçalan, çözülen, fırıl fırıl dönen ve çıkış arayan haykırışlar benim olamazdı. Sözcükler yuvarlanıp yerlere düşüyordu ve ben nasıl olup da hep birlikte baş aşağı, aşağı, aşağı düştüğümüzü anlayamıyordum. Yeryüzünün neresinde bulunduğumu bilmiyordum. İçimi bulandıran nefretle kapıyı dövüyordum ve ellerimle boğmak, öldürmek istiyordum onları. Sadakatin yalnızca iyimserlik ve umuttan ibaret olduğunu böyle, kanatlarım ateşe tutularak öğrendim.”
Elif Şafak'ın 2009 un en çok satanları arasında yer alan "AŞK" kitabı, ebook olarak..
Elif Şafak'ın yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, göreneklerin kıskaca aldığı insana yoğunlaşıyor.
İç içe geçmiş bir kurguyla aşkın kuralları ve aşka varış yolları anlatılıyor. Olaylar çok geniş bir coğrafyada, farklı zaman dilimlerinde geçiyor, farklı kültürleri anlatıyor ve iki farklı düzlemde ilerliyor. Doğu-Batı, gerçek-gerçeküstü, dünyevi aşk-ilahi aşk zıtlıklarını bir potada eritiyor. Farklılıkların birbirini besleyip beslemediğini, varolan çatışmaları, uzlaşmaları sorguluyor.
Bir ülkeden cüzamı kovdu. Türk, Kürt, Süryani demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına kapıları araladı, ışık tuttu yollarına.
Hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gâvurluğu kaldı ne Kürtçülüğü, ne komünistliği. Ömrünün son döneminde de darbeci yerine kondu. Umurunda bile olmadı.
Çünkü o sadece yüreği insan sevgisiyle dolu bir hekimdi. Hayatı boyunca tek isteği, iyi ve dürüst bir insan olmaktı.
“Bütün işlerimi tamamladım. Konser gecesini de atlattıktan sonra, kemoterapiyi kestireceğim. Yolcu yolunda gerek!”
Dan Brown; Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şeytanlar'dan sonra Kayıp Sembol’de insanlığın yüzyıllardır beklediği bir gerçeğin peşinde... Harvard Simgebilim Profesörü Robert Langdon, Kongre Binası'nda konferans vermesi için yakın bir arkadaşından davet alır. Ancak, Washington'a varır varmaz oldukça garip bir durumla karşı karşıya kalan profesör, kendini korkunç bir oyunun ortasında bulur. Kongre Binası’na bırakılmış olan bir sembolün -yakın arkadaşı Peter Solomon'ın kesik eli- varlığını haber veren bir telefon, Langdon'ı hiç de yabancısı olmadığı bir dünyaya davet etmektedir. Antikçağlarda kullanılan bu sembolik çağrı, daveti alan kişiyi ezoterik bilgeliğin hüküm sürdüğü, çok eskilerde kalmış kayıp bir dünyaya sürükleyecektir. Sonu belli olmayan bu mistik daveti arkadaşını kurtarmak için kabul eden Langdon, bir anda masonik sırların, saklı kalmış tarihin ve o güne dek görmediği yerlerin gizli dünyasında inanılmaz bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalır. Artık cevaplanması gereken sorular vardır: İnsanlığın Altın Çağı, açılmaması gereken bir kapının aralığından sırlarıyla birlikte yok mu olacak, yoksa hikmetin ışığında tüm soruların cevapları mı bulunacaktır?
Paul Auster ın yeni romanı Görünmeyen, dünya eleştirmenlerinin değerlendirmesinde yılın en iyi kitapları arasına alınmakla kalmadı, yazarın en önemli romanı olarak da tanımlandı. Paul Auster bu romanında gerçekle bellek, yazarlıkla kimlik arasındaki belirsiz sınırı irdeleyerek
Vakt-i zamanında, “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır!” diyen Fuzûlî, günümüzde yaşasa, “Aldanma ki sanal aşklar elbette yalandır!” mı derdi? Yoksa, “Aşk aşktır!” diyerek, gerçek ya da sanal tüm sevdalıların önüne mi sererdi dizelerini?...
Var mıydın gerçekten? Gözlerimiz buluşmadan, ellerimiz birbirine değmeden, yalnızca yüreklerimizle, doludizgin bir aşk seninle paylaştık mı biz? Yoksa... Acımasız bir aldatmaca mıydı yaşadıklarımız? Kimdin sen? Bilinçaltımın bana oynadığı bir oyun... Gerçekleşmesini istediğim ulaşılmaz bir düş… Kahredici bir duygu yanılsaması... Hangisiydin? Var mıydın gerçekten? Bilemiyorum...
Perihan Mağden’in yeni romanı “Ali ile Ramazan”, sıra dışı bir aşk hikayesi anlatıyor. Sıra dışı, çünkü büyük oranda homofobik olan bir toplumun karşısına, iki erkeğin aşk hikayesi ile çıkıyor. Mağden 2002 yılında yayınlanan “İki Genç Kızın Romanı” isimli kitabında da, iki genç kız arasındaki aşkı anlatmıştı. Toplumsal hayatın farklı noktalarını dile getirmeyi seviyor Perihan Mağden, onun kahraman olarak seçtiği karakterleri, aslında çoğu hikayede yan karakterler olarak görüyoruz. Her gün okuduğumuz gazetelerin, üçüncü sayfa haberlerinin yitik kahramanları onlar. Üç beş satırla geçiştirilen bu haberlerin arkasında yatan hikayeyi merak ediyor, ve okuyucularına da merak ettiriyor ustalıkla.
Kitabın arka kapağında şöyle özetleniyor kitap okuyucuya:
“Toplumun ittiği, itelediği iki genç erkek…
Yoksulluk ve İstanbul onları tüketirken, kendine gazetelerin üçüncü sayfasından başka gidecek yer bulamayan bir aşk!..
Ali ile Ramazan…
Kısa ama acı yaşadılar…
Ve sonuna kadar gerçekti yaşadıkları.”
Kitabın kahramanları Ali ve Ramazan’ın hikayesi yetimhanede başlıyor. Ramazan yetimhanenin sözü dinlenir çocuklarından biri. Her günü birbirinin aynı geçen yetimhane günlerini, çok iyi olduğu misket oyunundaki başarılarıyla süslemeye çalışıyor. Kaldığı yetimhane doğru düzgün yemek pişmeyen, temizlenmeyen, banyo yapmanın bir lüks olduğu, çalışanların sadece vakit öldürdükleri, çocuklarla ilgilenmedikleri bir batakhane aslında. Yanlış olmasın, Ramazan, diğer çocuklara göre daha çok ilgi görüyor, yetimhane müdüründen. Müdür Ramazan’a aşık uzun zamandır gözünü onun üstünden alamıyor. Evli ve çocuklu bir yetişkin olmasına rağmen, içip içip Ramazan’a aşk için yalvaracak kadar küçülebiliyor. Ramazan da hayatta kalmayı öğrenmek zorunda kalan yetimhanedeki her çocuk gibi, müdürün bu ilgisini kendi çıkarına kullanıyor. Bazen bir ayakkabı, bazen bir gömlek, bazen de yetimhaneden çıkış izni olarak karşılık buluyor müdürün aşkı Ramazan’da.
Ramazan’ın bu sıradan günleri, Ali’nin yetimhaneye gelmesi ile renkleniyor, aynı arkadaşlarından üttüğü misketler gibi. Kısa sürede Ali ile Ramazan oluveriyorlar. Aşk bütün anlamlarını buluyor bu ilişkide. Yoldaşlık oluyor bazen, bazen tutku; bazen amaç oluyor, bazen mutluluk için araç. Ali, Ramazan’ın oynamaya kıyamadığı yeni bilyesi oluyor, hayatı boyunca elinden çıkartmak istemediği. Perihan Mağden şu cesur satırlarla tasvir ediyor bu aşkı:
“Tamam Ramazan hep canlı, heyecanlı, neşeli, matrak bir oğlandı. Ama gözlerinde ışıklar çakıyor Ali’ye bakarken. Onunla konuşurken sanki ağzının suyu akacak da, güçlükle tutuyor. Ramazan’ın bütün hallerinde aşıkların birbirine o sonsuz iştahı: Doymayışı, doyamayışı Ali’ye.
Arap oğlan da öyle. Öyle bir bakıyor ki Ramazan’a, mutluluğundan ağlayacakmış gibi duruyor. O da açlığından ölecekmiş gibi yiyor, yiyor bitiremiyor Ramazan’ı gözleriyle.”
Kitapta anlatılan salt bir aşk hikayesi değil aslında, hikayenin sosyolojik yönü de oldukça önemli. Ali ile Ramazan aşklarını sadece bir üçüncü sayfa haberi olarak yaşayabiliyorlar. Ve aileleri olmadığı için, onları topluma hazırlama görevini yerine getiren devletin yetimhaneleri de, bu üçüncü sayfa haberinin en büyük mimarı aslında. Hani Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filminde bir cennet gibi tasvir edilen o yetimhanelere hiç benzemiyor bu kitaptaki. Yani devlet ana yok bu kitapta, tüm sertliğiyle, otoritesiyle devlet baba var.
Perihan Mağden’in kitapta kullandığı dil, belki okuyucular tarafından çok küfürlü ya da ağır bulunabilir. Ama bir üçüncü sayfa haberinin hikayesinin de başka türlü bir dille anlatılması beklenemezdi. Karakterler bu dil ile daha gerçek kılınıyor okuyucunun zihninde. “Ali ile Ramazan”ı okumaya başladığınızda, önyargılarınız bile, kitabı bir solukta okumanıza engel olamayacak.
Türkiye Cumhuriyeti’nden Rumeli ve Mezopotamya Birliği’ne…
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın mağlup olması için çalışan gizli bir ekip…
J.F Kennedy ve Adnan Menderes’i yetiştiren ortak AKADEMİ…
Avrupa’da Teslis’e karşı Tek Tanrı inancını savunan Protestan Hareketini başlatan M. Luther’in bağlı olduğu İslam Teşkilatı…
Bilinen tarih tezlerini alt üst edecek bir kurgu. Selman Kayabaşı, yeni romanıyla okurlarının karşısında…
ASELSAN’daki gizli projede görev yapan Elektronik Mühendisi Semih Temiz, Sakarya’daki bir arazide intihar etmiş olarak bulunur. Bunun bir suikast olduğunu düşünen MİT, Affan Alkan’ı suikastı çözmekle görevlendirir. Affan Bey cinayetin izini sürerken Turgut Özal’ın bir araya getirdiği ve Rumeli’de bağımsız devletler kurmakla görevlendirdiği gizli bir ekibin varlığından haberdar olur.
*Ak Parti’nin ilk Cumhurbaşkanı adayı Vecdi Gönül’dü. Neden ve nasıl oldu da Cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül aday gösterildi? Perde arkasında yaşananlar, ilk kez yazıldı.
*Muhsin Yazıcıoğlu, Makedonya ve Kosova’daki gizli görevleri sebebiyle mi öldürüldü? Kosova Devleti’nin kurulmasıyla Yazıcıoğlu’nun ölümü arasında nasıl bir ilişki var?
*Adnan Menderes, Turgut Özal, Adnan Kahveci, Üzeyir Garih; aynı ekip tarafından yetiştirilmiş özel isimler miydi? Kahveci, Anavatan Partisi’nin başına geçeceği için mi öldürüldü?
*Üzeyir Garih Suikastı’nın perde arkasında, Hilafet’in tekrar tesis edilmesi ve Rumeli ile Asya’daki gizli faaliyetleri mi yatıyor?
*ASELSAN’daki intiharlar, devletin içindeki gizli bir ekibin yaptığı projeyle mi ilgiliydi?
*Kanuni Sultan Süleyman’ın sır gibi saklanan kılıcı KANUN, Protestanlık’ın ortaya çıkışıyla ilgili hangi sırrı barındırıyor? Kılıç, bugün hangi teşkilatın elinde ve nasıl korunuyor?
*ABD ve Türkiye’yi yöneten ortak bir ekip mi var? Türkiye’nin bölgedeki etkisinin artması, bu gizli yapının varlığıyla mı ilgili?
*Osmanlı Devleti’ni idare eden bu gizli yapı, 1917’den sonra Almanya’nın mağlup olması için hangi gizli çalışmaları yaptı?
*Mustafa Kemal, bu ekip tarafından yetiştirilip Anadolu’ya yeni bir devlet kurmak üzere mi gönderildi?
*Yazar Selman Kayabaşı, Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmelerin perde arkasını ve tarihi kaynaklarını ilk kez ortaya koyuyor.
"Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'yi bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra." Çavdar Tarlasında Çocuklar, Salinger'in tek romanı. Ergenlik çağının içinde, yetişkin dünyanın düzenine karşı isyankar bir çocuğun, bir Noel öncesi başına gelenler... Bu sürecin bir psikiyatri kliniğinde noktalanışı. Holden Caulfield'in masumiyet arayışının iç burkucu romanı. Belki de Salinger'in. 1993'te Franny ve Zooey ile Dokuz Öykü adlı kitaplarını yayımladığımız Salinger, 1963'ten bu yana yeni bir yapıt yayımlanmasına ve neredeyse efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde yaşamasına karşın, dünya edebiyat gündemindeki yerini hep koruyor.
"Ay Hırsızı", Sunay Akın kitabı hakkında
Sunay Akın yeni kitabı Ay Hırsızında gözünü Aya dikiyor ve bir arkeoloğun sabrıyla kazıyor insanlığın ortak birikiminin üzerine çöken tozu toprağı Ortaya çıkardığı bilgiyi şair duyarlığıyla ilmek ilmek dokuyor ve okurunu hayrete düşürecek öyküler bir bir diziliyor karşımıza. Cervantes ve Mimar Sinan hangi caminin inşaatında buluştu?.. Enver Paşanın uçağı kaç kez düştü?.. Piri Reisin haritası Topkapı Sarayında nasıl bulundu?.. İstanbul Boğazını yürüyerek geçen Attila Hülagünün sırrı neydi? 157 yıl yaşayan Zaro Ağanın Amerika seferi Atatürk neden hiç uçağa binmedi?..
Osmanli Imparatorlugu, tarihin gördügü üc büyük imparatorluktan birisiydi. Tarih sahnesinden kalkmalarina ragmen Roma ve Ingiltere imparatorluklari gibi Osmanli Imparatorlugu nun da, tesirleri devam ediyor. Basra da Budin e kadar olan bölgelerde asirlarca süren Osmanli hakimiyeti günümüz dünya politikasina da tesiri eden derin izler birakti. Günümüzde, özellikle son 15 yilda Balkanlar da, Kafkasya da ve Ortadogu da kaldirilan her tasin altindan Osmanli Imparatorlugu nun izleri cikiyor. David Fromkin in, New York Times teki 9 Mart 2003 tarihli yazisi da bu gercegi ifade etmekteydi: "Bir hayalet ABD yi pencelerine almis, rahat birakmiyor. Bu Osmanli Imparatorlugu nun hayaleti. Irak ta, Sirbistan da, Bosna da, Kosova da, Körfez Savasi nda, 11 Eylül saldirilarinda bu hayalet bizimleydi. Osmanli hayaletleri asla uzaklasmadi.".
18- Velev ki Ciddiyim! - Gülse Birsel
velev ki Ciddiyim
Yeryüzü belki geleceğe dair en umutsuz dönemini yaşıyor.
Bu ülkedeki, bu gezegendeki insanlar arıza vermeye başladı!
Birilerinin kurguladığı berbat bir senaryonun içinde saf saf oynayan aktörler olduğumuzu keşfediyoruz yavaş yavaş.
Ve öfkeliyiz.
Keyifler kaçık, tepeler atık! Uçlarımız sivrildi, birbirimize batıyoruz. Hepimiz, ne demekse, “öteki tarafa”, gıcığız!
Ve en mülayim olanımız bile bizleri bu hale getirenleri bir eline geçirse, son yılların en popüler protesto gösterisindeki gibi, ayağından pabucunu çıkarıp kafalarına atıverecek! De, edebinden yapmıyor!
Hala inanıyorum ki son gülen ve de en gevrek gülen, bu silahsız, işinde gücünde, sakin, ahlaklı, kibar,
sessiz çoğunluklar olacak.
Dolayısıyle bu kitabın kapağı aracılığıyla, kitabı alanlar adına, yani vekaleten, hali pür melalimize katkısı olan bütün kifayetsiz muhterislerin alnının ortasına, ayakkabımı “çtooong” diye fırlatıyorum!
Mizah en iyi silah, en iyi ilaç...
Son yılların popüler deyişiyle “Velev ki” ciddiyim, “Velev ki” ıskalamadım ve pabuç tam “yerine” ulaştı!
Heheheheheh! Siz var ya siz!
Düşüncesi bile içinizin yağlarını eritti değil mi?!
O zaman artık biraz gevşeyip gülebiliriz.
İyi okumalar!
19- Osmanlı İmparatorluğu'nda - Askeri İsyanlar Ve Darbeler - Erhan Afyoncu
Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık darbelerle kesildi. Aslında bu bizim eski bir geleneğimiz. Osmanlı İmparatorluğunda askeri isyanlar ve darbeler, Fatih Sultan Mehmedin ilk hükümdarlığı zamanında 1446 Buçuktepe İsyanı ile başlar ve 1913teki Bâbıâli baskınıyla sona erer. Neredeyse Fatih Sultan Mehmedden sonra isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı yok gibidir. 36 Osmanlı padişahından 12sinin isyan ve darbeyle tahtını kaybettiği gözönüne alındığında durumun vahameti daha iyi anlaşılır.
Günlerce, hatta aylarca devam eden isyanlar İstanbul halkına korkulu günler yaşatıyor, günlük hayat tamamen felç oluyordu. İsyanlar zaman zaman o kadar ileri boyutlara ulaşıyordu ki, bazen devlet adamlarının cesetleri köpeklere yem ediliyor, bazen sadrazamların kelleleri alınıyor, bazen de padişahlar acımasızca katlediliyorlardı.
Oyun yeni baştan başlıyor... Tarih yeniden yazılıyor... Kurtlarla dans devam ediyor...
Abdülhamid'siz bir yüz yıl yaşadık. Onun yokluğunda bir imparatorluğun un ufak oluşuna ve o enkazın içinden 'küçük Osmanlı' diyebileceğimiz Misak-ı Milli fikrinin doğuşuna tanık olduk. Şimdi toparlanıyoruz ve yeniden küresel bir aktör olma yolundayız. Artık ufuklara bakarken kendimizden daha eminiz.
Bu açılımlar döneminde bir tarih açılımı, dolayısıyla Abdülhamid açılımı kaçınılmaz.
Mustafa Armağan Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı 2'de yine özgün belge ve bilgilere dayanarak Sultan Abdülhamid'in bugüne kadar anlatılmayan yönlerini okurlarına sunuyor.
Türkiye'ye eğitimde altın çağ yaşatan, Küba'ya ajan gönderen, Singapur'a cami yaptıran, Sri Lanka'ya okul açtıran, New York'taki Webb'den Londra'daki Quilliam'a özel görevler veren, Belarusya'nın ıssız köylerinde adı hala camilerde anılan bir Abdülhamid bu... Her sayfasında şaşıracağınız bir kitap...