Aşk Üstüne; bana aşkını ver, bana aşk borçlusun.

Gülümse

Daimi Üye
Katılım
28 Şubat 2009
Mesajlar
3.793
Tepki
7.105
Puan
113
Konum
istanbul



Yunan mitolojisindeki aşkla ilgili hikayeler her zaman çok renkli, yaratıcı ve entrika doludur (Homeros saolsun). Günümüzde kullandığımız kelimelerin birçoğu, özellikle Avrupa dillerindeki kelimeler, Yunan Mitolojisi'nden etkilenmiştir. Burada aşkla ilgili birkaç hikayeyi ve bunların günümüze yansımalarını göreceğiz. Platonik (karşılıksız) aşkı, aşkta güveni, ve ruh eşi konularını ele alan üç hikaye ile şekilleneceğiz.
İlk olarak, platonik aşk...
Bu terim, Platon’dan gelmektedir (bu kısım mitoloji değil gerçektir, tabii ki). Kendisi okulunda bir öğrencisine aşık olmuştur ve o zamanlar kızlarla erkekler ayrı ayrı eğitim görmektedirler. Burdan anlıyoruz ki Platon bir erkek öğrencisine aşık olmuştur ve karşılık alamamıştır, bu tür aşka da adını vermiştir (ama platonik aşkın homoseksüellikle bir alakası yoktur).
Karşılıksız aşkın yansıması olarak Echo’nun hikayesi bir örnektir... Echo’nun da kitaptan kitaba değişen hikayeleri bulunmaktadır.
Pan, mitolojide çoban ve sürülerin yarı insan-yarı keçi tanrısıdır; flüt çalmaktadır ve yaptığı müzik, “panik” kelimesinin de kökenidir ve hareketli, neşeli, hatta gürültücüdür.
Pan, bir gün küçük bir vadiden geçerken bir nenfin (nymph) şarkı söylediğini işitir. Bu bir orman perisi olan Echo’dur. Yalnızlığı seven, Zeus’un perileri olan "muse"lerden flüt çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenen bu genç kız Echo, insan topluluğundan ve tanrılardan kaçar, evlenmek istemezdi. Onun ahenkli ve berrak sesini duyan Pan, ona karşı vahşi bir sevgi duydu. Onun yeteneğini kıskanan ve onun güzelliğinden istifade edemeyen bu keçi sakallı mabut, etraftaki bütün çobanların yollarını şaşırttı. Bu şaşkınlıkla bir gün nenfe hücum ettiler, onu öldürdüler ve vücudunun parçalarını dağıttılar. O günden beri, her tarafa dağılmış olan Echo'nun kendine özel bir yeri yoktur. Gürültüyü duyduğu her yerdedir. Ölümden sonra da müzik hafızasını kaybetmemiştir. Kulağına çarpan sesleri tekrarlar.
Diğer bir masala göre de Echo'nun felaketine sebep olan Pan değil, baş tanrı Zeus’tur. Bir gün Çapkın Zeus arza inerek bazı güzel nenfleri ziyaret etmişti. Evlilik tanrışası olan kıskanç karısı Hera onu yakalamak istediği zaman Echo onun dikkatini başka tarafa çekti ve uzun tutarak nenflerin saklanmaları için vakit kazandırdı; fakat Hera bu hileyi anlamıştı. Sözleriyle kendisini aldatmış olduğundan, ona ceza olarak söz söylemesini kısıtlayacağını bildirdi. Hera'nın emri yerine geldi. O zamandan beri Echo, hiçbir zaman ilk defa söze başlayamaz ve ona söz söylendiği zaman susamaz. Ancak durmadan işittiği seslerin son kısmını tekrar eder.
Başka bir masala göre de (ki bu bence en güzelidir), Echo, geyikleri kovalıyan bir avcı gördü. Adı Narcisse olan bu genç avcıdan daha yakışıklı bir delikanlı az bulunurdu. Onu görür görmez Echo şiddetli bir aşka tutuldu. Gizlice onu takip ediyor, günden güne aşkı alevleniyordu. Derdini açığa vuramıyordu. Delikanlı da izlendiğini hissediyor ve rahatsız olup ormanlara kaçarak gizleniyordu. Ümitsizliğe kapılan Echo başarısızlığını saklamak için derin bir mağaraya kapandı. Artık dağlarda görünmez olmuştu. Beslediği aşk onu günden güne eritti. Bütün vücudu tükendi, kanı çekildi. Ondan geriye yalnız kemikleriyle sesi kaldı. Kemikleri kaya şeklini aldılar, sesi de her tarafta dolaşarak seslenenlere cevap verir oldu.
Diğer taraftan Narcisse'in “narsist kişilik bozukluğu”na da isim veren yersiz gururu tanrıları kızdırmıştı. Onun bu anlamsız gururunu ve katı kalbini cezalandırmak için, ona garip bir heves verdiler. Bir gün av ve yaz sıcağının yorgunluğu ile sakin ve şeffaf bir pınarın başına geldi. Su ayna gibi parlaktı. Narcisse su içmek için eğildi ve berrak suya yansıyan yüzünü gördü. Suda aksini görüp büyülenen Narcisse hareketsiz kalmıştı. Adeta aşkla aksine bakıyordu, hiçbir kuvvet onu ordan ayıramıyordu. Yavaş yavaş, güneşin altındaki buz gibi, renginin solduğunu ve eridiğini gördü. Güneş onu yakarak bitirdiği zaman kızkardeşleri onun için ağladılar ve mezarının üstüne koymak için saçlarını kestiler. Cesedi götürmek için hazırlandıkları vakit, onun yerinde sarı ve beyaz bir çiçek buldular ki bu çiçek onun adını taşıyan nergistir.
 
OP
Gülümse

Gülümse

Daimi Üye
Katılım
28 Şubat 2009
Mesajlar
3.793
Tepki
7.105
Puan
113
Konum
istanbul
PYGMALİON'UN AŞKI

Kıbrıs'ta Pygmalion adında bir heykeltraş yaşardı. Kadınlardan nefret ederdi. Hiçte evlenmemişti. Var gücüyle sanatına vermişti kendini.
Günün birinde fildişinden bir kadın gövdesi yonttu.Öyle olağan üstü bir güzellik vermiştiki eserine, bir ölümlüden doğma hiç bir kadında yokyu böylesi bir güzellik. Gerçek bir genç kız nasıl görünürse göze oda öyle görünmekteydi. Gören canlı sanıyordu onu, neredeyse ayaklanıp yürüyecekti hani.
Kendi yaptığı bu cansız gövdeye aşık olmuştu Peygmalion. Onun karşısına geçtikçe yüreğinden alevler fışkırıyordu sanki. Bu yapma bedene hayran hayran bakıyordu. Kimi zaman" bu acaba etten mi yoksa fildişinden yapılma mı" diye kuşkuya düştüğü de oluyordu. Aslında onun fildişinden cansız bir heykel olduğunu kendisine bile itiraf etmekten kaçınıyordu. Öpüyor, kokluyordu eseriyle onun da karşılık vereceğini hayal ederek. Konuşuyordu eseriyle, kollarının arasına alıp alıp sıkıyordu. Eti, parmaklarının dokunuşuyla sanki esniyormuş gibi geliyordu. Pygmalion'a. O zaman korkuyordu parmaklarının izi gövdesinde morluklar bırakacak diye. Kimi zaman okşuyordu onu, kimi zaman da boynuna binbir renkli çiçeklerinden, deniz kabuklarından yapılma gerdanlıklar takıyordu. Kulağına inci küpeler, parmaklarına değerli taşlardan yüzükler geçiriyordu eserine. Çıplak da giyimlide herşey yakışıyordu ona.
Aphrodite bayramları kutlanıyordu. Bütün kıbrıs akın etmişti tanrıçanın tapınağına. Boynuzları süslü ak boyunlu inekler tanrıçaya kurban ediliyor, buhurlar yakılıyordu. Pygmalion da tapınağa gelenler arasındaydı. Tanrıçanın sunağı önünde yalvarmaktaydı titrek sesle.
"Ey tanrılar ve tanrıçalar!" diyordu. " Her şeyi bağışlamaya gerçekten gücünüz yetiyorsa, benim dileğimi de getirin yerine! Şu fildişinden yapılma kıza benzeyen bir eşim olsun benim!"
"Şu fildişi kız benim eşim olsun!" diyecekti aslında ama cesaret edememişti o kadarına.
Aphorotite'nin kendiside gelmişti tapınağa bayramında hazır bulunmak için. Pygmalion'u severdi tanrıça. Çünkü o gerekli saygıyı esirgememişti kendisinden. Bu dindar kişiyi ödüllendirmek istedi. Bir şimşek çaktı havada, bir ışık parladı. Tanrıça kabul edmişti Pygmalion'un dualarını.
Pygmalion eve dönüşte fil dişi heykeli sardı kollarıyla ve bir öpücük kondurdu yüzüne. Dudakları fildişinin soğukluğuna değil de ılık bir ete değmiş gibi geldi Pygmalion'a. Elleriyle göğsünü yokladı, fildişi yumuşamıştı sanki. Parmağını dokundurunca damarların attığını duydu. Bir daha sarılıp öptü kızı. Kuşkusu kalmamıştı artık . Heykel canlanmıştı. Yaratıcısının dudaklarını teninde duymuş kızarmıştı genç kız. Evet fildişinden cansız bir heykel değil, etiyle, canıyla bir genç kızdı o artık.
Pygmalion sevgisiyle ruh vermişti cansız heykele. Sevginin gücüydü bu mucizeyi yaratan.
 

bitter_im

Kılıç Arslan
Sitenin Hikaye Yazarı
Katılım
3 Aralık 2009
Mesajlar
66.508
Tepki
60.141
Puan
113
Yaş
33
Konum
kocaeli
yüregine saglık ablacıgım -hmm
harikasın herzaman oldugu gibi senin o güzel aşk hikayelerin yalanmış ask dolu şiirlerini tekrardan okumak cok mutlu ediyor beni çok özlemişim valla -hmm
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst