Bir telkin hikâyesi

rüzgar gülü

Daimi Üye
Katılım
20 Şubat 2009
Mesajlar
10.973
Tepki
10.147
Puan
113
Yaş
43
Konum
istanbul
http://sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash1/hs347.ash1/29518_389534024871_144074689871_3704799_6843546_n.jpg

Bir hocamızın damadı vefat etmişti; o da kendisi gibi namaz kıldırma memuruydu.

Hastalıklı bir insandı ama

yaşı bir hayli gençti. Rabbim rahmetiyle muamele etsin.

Onu defnetmeye gittik. O tarihte en fazla on yedi yaşındaydım.

Bir defin merasimine herhalde ilk kez katılıyordum.

İnsanların öteden beri sürdürdükleri bir merasim

türü ve şekli vardı. Alıştıkları gibi sürdürüp gidiyor olmalıydılar.

Ölünün defni bitince herkes yere çömeliyor, Tebareke,

Yasin, üç İhlâs ve Fatiha okunuyordu. Bir de bizim yörelerde

ölüye telkin diye bir adet varmış, bunu sonradan öğrenmiştim;

defin işlemi bitince hoca efendi yüzünü mezara doğru dönerek

sanki kendisini işitiyormuşçasına ölüye bazı hatırlatmalarda

bulunuyordu. Sorgu melekleri mezara geldiğinde

neler söylemesi gerektiğini yeniden hatırlatarak adeta ona

kopya veriyordu. Sanıyorum kimi akait ve ilmihal kitaplarında

da şablon şeklinde ifadesi bulunan şöyle suallerin cevabı ölüye

telkin edilmekteydi: “Rabbin kim, Nebin kim, itikatta ve

fıkıhta mezhebin ne, ne zamandan beri Müslümansın” filan.

Bizim hocamız kendi damadını bizzat eliyle defnettikten

sonra, alışılanın dışında bir şey yaptı; sırtını mezara, yüzünü

de bekleşen ahaliye döndü ve “Kardeşlerim, şimdi bu

toprağın altına gömdüğümüz insana artık biz sesimizi işittiremeyiz;

o bizi işitmez, ne söylersek boşuna, çünkü o öldü.

Ona söyleyecek sözümüz kalmadı. Ama burada yatan zat,

toprağın altına girmekle bize bir nasihatte bulundu. Ölüm

en güzel nasihatlerden birisidir. Gelin bu nasihatten dersimizi

alalım. Ben size şimdi telkin vereceğim. Hepinizin sonu

işte bu toprağın altıdır” dedi ve uzun bir konuşma yaptı. Telkinin

esasen dirilere yapılması gereğini tekrar tekrar hatırlattı.

Bu çok güzel, model oluşturacak boyuttaki uygulama

beni müthiş etkilemiştir. Ama tabii 40 yıl evvel bu memlekette,

bu memleketin eski köyüne yeni bir adet getiren bir

uygulama olduğu için de hoca, aforizmaya uğradı. Çok aşırı

biçimde tenkitler ve ithamlar altında kaldı. Mezhepsizlik,

sünnet düşmanlığı, gâvurluktan tutun da, akla hayale gelmedik

başka birtakım yaftalarla onu karalamaya çalıştılar.

Bilmiyorum bu hususta şu son 40 yıl içerisinde alınan bir mesafe

var mıdır? Ben kendi hesabıma bir dostumun babasını

defnederken mezarı başında benzer bir uygulamayı gerçekleştirdim.

Onaylayanların varlığı şükrümü artırsa da

homurdanmaların çokluğu hala kalbime hüzün vermektedir.

İlahî Kelam’ın ölülere gönderilmediğini söylemenin

bile abesliği ortadayken, acaba hala neden çekinilmektedir

ki bu hususta Müslüman âleminde bir mesafe alınamıyor?

Ölüm elbette nazik bir meseledir. Cenaze esnasında alışıla

gelenin aksine davranmak cesaret ister. Kimse o esnada

bir tartışmanın tarafı olmaya kolay kolay yanaşamaz. Peki,

Müslüman ahali bu kadar mı muhakemeden, tefekkürden

uzak düşmüştür ki, ufak bir hak ve hakikati dile getirmek bunca

endişeyi beraberinde taşımaktadır? Said Ertürk (yukarıda

andığımız hoca) meğer ne büyük bir yiğitlik gösterisinde

bulunmuştu. Kınayıcıların kınamasından, mutaassıpların

şerrinden çekinmek yerine Allah’a karşı mesuliyetini müdrik

bir biçimde iyi bir çığır açmıştı.

Bilge üstat Aliya İzzetbegoviç’in harika bir yakıştırmasını

hatırlıyorum. Diyordu ki: “İnsanlara hayat bahşetmek,

ölü ruhları diriltmek maksadıyla indirilmiş bulunan Kur’anı

Kerim, ne yazık ki bugün, insanlar kolay can versinler diye

başlarında okunmaktadır.” Ne garip tecelli veya çelişkidir ki,

en çok da, İlahî Kelam’ın “dirileri uyarmak maksadı” ile gönderildiğinin

bildirildiği Yasin Suresi bu yanlış uygulamaya

kurban edilmektedir.

Mevcut uygulamayı destekler mahiyette Buhari ve

Müslim’in derlemelerinden hareketle itirazlar geleceğini biliyorum.

Ama insanları yine de vicdanlarına danışmaya, kalplerinin

sahiden tatmin olup olmadığını bir kere daha kontrol

etmeye çağırmakta kaybedecek bir şey yoktur. Kanaatimce

ölüm hadisesini yas ve ağıt törenlerine boğma alışkanlığı

Anadolu’ya İran üzerinden girmiş olmalıdır. O toplumun

bu husustaki aşırılığı ortadadır. Yaptıklarını meşrulaştırmak

üzere her ne kadar Ali ve oğullarının mağduriyetine

sığınsalar da görünen tablodaki yanlışlığı kendi aralarından

bile ciddi biçimde eleştirenler çıkmaktadır.

Üzülmek, acı duymak, hatta hayıflanmak, insanın düşünme

ve ibret alma melekesine zarar verecek boyutlara ulaşıyorsa,

elbette tehlikelidir. Bütün düşüncelerden (yani kederlerden)

sıyrılıp, çoğu kere gözlerini de kapatarak, kabristanda, huşu

içerisinde Kur’an tilaveti dinleyen bir müminin sergilediği tablo

ilk nazarda insan kalbine dokunur. Mezar başından kalkınca

acısını unutmak maksadıyla neye ve kime sığınmalıdır? Bunu

nasıl yapmalıdır? Bilincini, niyetini ortadan kaldıran bir haleti

ruhiye, ahrete, hesap gününe sahiden iman etmiş bir kalbe

yakışır mı? Ne ölçüde acı duyarsa duysun mümin, akletme

melekesini ortadan kaldıran her türlü duygusallıkla baş etmesini

bilen insandır; böyle düşünmek istiyorum.

Metin Önal Mengüşoğlu
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst