rüzgar gülü
Daimi Üye
http://sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-ash1/hs347.ash1/29518_389534024871_144074689871_3704799_6843546_n.jpg
Bir hocamızın damadı vefat etmişti; o da kendisi gibi namaz kıldırma memuruydu.
Hastalıklı bir insandı ama
yaşı bir hayli gençti. Rabbim rahmetiyle muamele etsin.
Onu defnetmeye gittik. O tarihte en fazla on yedi yaşındaydım.
Bir defin merasimine herhalde ilk kez katılıyordum.
İnsanların öteden beri sürdürdükleri bir merasim
türü ve şekli vardı. Alıştıkları gibi sürdürüp gidiyor olmalıydılar.
Ölünün defni bitince herkes yere çömeliyor, Tebareke,
Yasin, üç İhlâs ve Fatiha okunuyordu. Bir de bizim yörelerde
ölüye telkin diye bir adet varmış, bunu sonradan öğrenmiştim;
defin işlemi bitince hoca efendi yüzünü mezara doğru dönerek
sanki kendisini işitiyormuşçasına ölüye bazı hatırlatmalarda
bulunuyordu. Sorgu melekleri mezara geldiğinde
neler söylemesi gerektiğini yeniden hatırlatarak adeta ona
kopya veriyordu. Sanıyorum kimi akait ve ilmihal kitaplarında
da şablon şeklinde ifadesi bulunan şöyle suallerin cevabı ölüye
telkin edilmekteydi: “Rabbin kim, Nebin kim, itikatta ve
fıkıhta mezhebin ne, ne zamandan beri Müslümansın” filan.
Bizim hocamız kendi damadını bizzat eliyle defnettikten
sonra, alışılanın dışında bir şey yaptı; sırtını mezara, yüzünü
de bekleşen ahaliye döndü ve “Kardeşlerim, şimdi bu
toprağın altına gömdüğümüz insana artık biz sesimizi işittiremeyiz;
o bizi işitmez, ne söylersek boşuna, çünkü o öldü.
Ona söyleyecek sözümüz kalmadı. Ama burada yatan zat,
toprağın altına girmekle bize bir nasihatte bulundu. Ölüm
en güzel nasihatlerden birisidir. Gelin bu nasihatten dersimizi
alalım. Ben size şimdi telkin vereceğim. Hepinizin sonu
işte bu toprağın altıdır” dedi ve uzun bir konuşma yaptı. Telkinin
esasen dirilere yapılması gereğini tekrar tekrar hatırlattı.
Bu çok güzel, model oluşturacak boyuttaki uygulama
beni müthiş etkilemiştir. Ama tabii 40 yıl evvel bu memlekette,
bu memleketin eski köyüne yeni bir adet getiren bir
uygulama olduğu için de hoca, aforizmaya uğradı. Çok aşırı
biçimde tenkitler ve ithamlar altında kaldı. Mezhepsizlik,
sünnet düşmanlığı, gâvurluktan tutun da, akla hayale gelmedik
başka birtakım yaftalarla onu karalamaya çalıştılar.
Bilmiyorum bu hususta şu son 40 yıl içerisinde alınan bir mesafe
var mıdır? Ben kendi hesabıma bir dostumun babasını
defnederken mezarı başında benzer bir uygulamayı gerçekleştirdim.
Onaylayanların varlığı şükrümü artırsa da
homurdanmaların çokluğu hala kalbime hüzün vermektedir.
İlahî Kelam’ın ölülere gönderilmediğini söylemenin
bile abesliği ortadayken, acaba hala neden çekinilmektedir
ki bu hususta Müslüman âleminde bir mesafe alınamıyor?
Ölüm elbette nazik bir meseledir. Cenaze esnasında alışıla
gelenin aksine davranmak cesaret ister. Kimse o esnada
bir tartışmanın tarafı olmaya kolay kolay yanaşamaz. Peki,
Müslüman ahali bu kadar mı muhakemeden, tefekkürden
uzak düşmüştür ki, ufak bir hak ve hakikati dile getirmek bunca
endişeyi beraberinde taşımaktadır? Said Ertürk (yukarıda
andığımız hoca) meğer ne büyük bir yiğitlik gösterisinde
bulunmuştu. Kınayıcıların kınamasından, mutaassıpların
şerrinden çekinmek yerine Allah’a karşı mesuliyetini müdrik
bir biçimde iyi bir çığır açmıştı.
Bilge üstat Aliya İzzetbegoviç’in harika bir yakıştırmasını
hatırlıyorum. Diyordu ki: “İnsanlara hayat bahşetmek,
ölü ruhları diriltmek maksadıyla indirilmiş bulunan Kur’anı
Kerim, ne yazık ki bugün, insanlar kolay can versinler diye
başlarında okunmaktadır.” Ne garip tecelli veya çelişkidir ki,
en çok da, İlahî Kelam’ın “dirileri uyarmak maksadı” ile gönderildiğinin
bildirildiği Yasin Suresi bu yanlış uygulamaya
kurban edilmektedir.
Mevcut uygulamayı destekler mahiyette Buhari ve
Müslim’in derlemelerinden hareketle itirazlar geleceğini biliyorum.
Ama insanları yine de vicdanlarına danışmaya, kalplerinin
sahiden tatmin olup olmadığını bir kere daha kontrol
etmeye çağırmakta kaybedecek bir şey yoktur. Kanaatimce
ölüm hadisesini yas ve ağıt törenlerine boğma alışkanlığı
Anadolu’ya İran üzerinden girmiş olmalıdır. O toplumun
bu husustaki aşırılığı ortadadır. Yaptıklarını meşrulaştırmak
üzere her ne kadar Ali ve oğullarının mağduriyetine
sığınsalar da görünen tablodaki yanlışlığı kendi aralarından
bile ciddi biçimde eleştirenler çıkmaktadır.
Üzülmek, acı duymak, hatta hayıflanmak, insanın düşünme
ve ibret alma melekesine zarar verecek boyutlara ulaşıyorsa,
elbette tehlikelidir. Bütün düşüncelerden (yani kederlerden)
sıyrılıp, çoğu kere gözlerini de kapatarak, kabristanda, huşu
içerisinde Kur’an tilaveti dinleyen bir müminin sergilediği tablo
ilk nazarda insan kalbine dokunur. Mezar başından kalkınca
acısını unutmak maksadıyla neye ve kime sığınmalıdır? Bunu
nasıl yapmalıdır? Bilincini, niyetini ortadan kaldıran bir haleti
ruhiye, ahrete, hesap gününe sahiden iman etmiş bir kalbe
yakışır mı? Ne ölçüde acı duyarsa duysun mümin, akletme
melekesini ortadan kaldıran her türlü duygusallıkla baş etmesini
bilen insandır; böyle düşünmek istiyorum.
Metin Önal Mengüşoğlu
Bir hocamızın damadı vefat etmişti; o da kendisi gibi namaz kıldırma memuruydu.
Hastalıklı bir insandı ama
yaşı bir hayli gençti. Rabbim rahmetiyle muamele etsin.
Onu defnetmeye gittik. O tarihte en fazla on yedi yaşındaydım.
Bir defin merasimine herhalde ilk kez katılıyordum.
İnsanların öteden beri sürdürdükleri bir merasim
türü ve şekli vardı. Alıştıkları gibi sürdürüp gidiyor olmalıydılar.
Ölünün defni bitince herkes yere çömeliyor, Tebareke,
Yasin, üç İhlâs ve Fatiha okunuyordu. Bir de bizim yörelerde
ölüye telkin diye bir adet varmış, bunu sonradan öğrenmiştim;
defin işlemi bitince hoca efendi yüzünü mezara doğru dönerek
sanki kendisini işitiyormuşçasına ölüye bazı hatırlatmalarda
bulunuyordu. Sorgu melekleri mezara geldiğinde
neler söylemesi gerektiğini yeniden hatırlatarak adeta ona
kopya veriyordu. Sanıyorum kimi akait ve ilmihal kitaplarında
da şablon şeklinde ifadesi bulunan şöyle suallerin cevabı ölüye
telkin edilmekteydi: “Rabbin kim, Nebin kim, itikatta ve
fıkıhta mezhebin ne, ne zamandan beri Müslümansın” filan.
Bizim hocamız kendi damadını bizzat eliyle defnettikten
sonra, alışılanın dışında bir şey yaptı; sırtını mezara, yüzünü
de bekleşen ahaliye döndü ve “Kardeşlerim, şimdi bu
toprağın altına gömdüğümüz insana artık biz sesimizi işittiremeyiz;
o bizi işitmez, ne söylersek boşuna, çünkü o öldü.
Ona söyleyecek sözümüz kalmadı. Ama burada yatan zat,
toprağın altına girmekle bize bir nasihatte bulundu. Ölüm
en güzel nasihatlerden birisidir. Gelin bu nasihatten dersimizi
alalım. Ben size şimdi telkin vereceğim. Hepinizin sonu
işte bu toprağın altıdır” dedi ve uzun bir konuşma yaptı. Telkinin
esasen dirilere yapılması gereğini tekrar tekrar hatırlattı.
Bu çok güzel, model oluşturacak boyuttaki uygulama
beni müthiş etkilemiştir. Ama tabii 40 yıl evvel bu memlekette,
bu memleketin eski köyüne yeni bir adet getiren bir
uygulama olduğu için de hoca, aforizmaya uğradı. Çok aşırı
biçimde tenkitler ve ithamlar altında kaldı. Mezhepsizlik,
sünnet düşmanlığı, gâvurluktan tutun da, akla hayale gelmedik
başka birtakım yaftalarla onu karalamaya çalıştılar.
Bilmiyorum bu hususta şu son 40 yıl içerisinde alınan bir mesafe
var mıdır? Ben kendi hesabıma bir dostumun babasını
defnederken mezarı başında benzer bir uygulamayı gerçekleştirdim.
Onaylayanların varlığı şükrümü artırsa da
homurdanmaların çokluğu hala kalbime hüzün vermektedir.
İlahî Kelam’ın ölülere gönderilmediğini söylemenin
bile abesliği ortadayken, acaba hala neden çekinilmektedir
ki bu hususta Müslüman âleminde bir mesafe alınamıyor?
Ölüm elbette nazik bir meseledir. Cenaze esnasında alışıla
gelenin aksine davranmak cesaret ister. Kimse o esnada
bir tartışmanın tarafı olmaya kolay kolay yanaşamaz. Peki,
Müslüman ahali bu kadar mı muhakemeden, tefekkürden
uzak düşmüştür ki, ufak bir hak ve hakikati dile getirmek bunca
endişeyi beraberinde taşımaktadır? Said Ertürk (yukarıda
andığımız hoca) meğer ne büyük bir yiğitlik gösterisinde
bulunmuştu. Kınayıcıların kınamasından, mutaassıpların
şerrinden çekinmek yerine Allah’a karşı mesuliyetini müdrik
bir biçimde iyi bir çığır açmıştı.
Bilge üstat Aliya İzzetbegoviç’in harika bir yakıştırmasını
hatırlıyorum. Diyordu ki: “İnsanlara hayat bahşetmek,
ölü ruhları diriltmek maksadıyla indirilmiş bulunan Kur’anı
Kerim, ne yazık ki bugün, insanlar kolay can versinler diye
başlarında okunmaktadır.” Ne garip tecelli veya çelişkidir ki,
en çok da, İlahî Kelam’ın “dirileri uyarmak maksadı” ile gönderildiğinin
bildirildiği Yasin Suresi bu yanlış uygulamaya
kurban edilmektedir.
Mevcut uygulamayı destekler mahiyette Buhari ve
Müslim’in derlemelerinden hareketle itirazlar geleceğini biliyorum.
Ama insanları yine de vicdanlarına danışmaya, kalplerinin
sahiden tatmin olup olmadığını bir kere daha kontrol
etmeye çağırmakta kaybedecek bir şey yoktur. Kanaatimce
ölüm hadisesini yas ve ağıt törenlerine boğma alışkanlığı
Anadolu’ya İran üzerinden girmiş olmalıdır. O toplumun
bu husustaki aşırılığı ortadadır. Yaptıklarını meşrulaştırmak
üzere her ne kadar Ali ve oğullarının mağduriyetine
sığınsalar da görünen tablodaki yanlışlığı kendi aralarından
bile ciddi biçimde eleştirenler çıkmaktadır.
Üzülmek, acı duymak, hatta hayıflanmak, insanın düşünme
ve ibret alma melekesine zarar verecek boyutlara ulaşıyorsa,
elbette tehlikelidir. Bütün düşüncelerden (yani kederlerden)
sıyrılıp, çoğu kere gözlerini de kapatarak, kabristanda, huşu
içerisinde Kur’an tilaveti dinleyen bir müminin sergilediği tablo
ilk nazarda insan kalbine dokunur. Mezar başından kalkınca
acısını unutmak maksadıyla neye ve kime sığınmalıdır? Bunu
nasıl yapmalıdır? Bilincini, niyetini ortadan kaldıran bir haleti
ruhiye, ahrete, hesap gününe sahiden iman etmiş bir kalbe
yakışır mı? Ne ölçüde acı duyarsa duysun mümin, akletme
melekesini ortadan kaldıran her türlü duygusallıkla baş etmesini
bilen insandır; böyle düşünmek istiyorum.
Metin Önal Mengüşoğlu