Kulağa komik geliyor değil mi? Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle kadın olmanın cefasına dair onca yazı okuyup bunca söz işitince, karşı cinstekilerin çoğu, erkek olduğuna şükrediyordur.
İşin aslı öyle mi acaba?
Ben, -hele bu toplumda- kadınlığın ne meşakkatli bir dava olduğunu teslim etmekle birlikte, erkekliğin de -hele bu çağda- sanıldığı kadar rahat bir koltuk olmadığına inanıyorum.
Kadın olarak doğmak bir fırsat eşitsizliğidir; kabul!
Ama işin aslında, kadını yaralayan tüm töreler, yasalar, cinsel istismar, aslında dolaylı olarak erkeği de yaralar.
O yara, erkek bedeninde de kanar.
Kan davasının, töre cinayetinin nasıl galibi yoksa bu eşitsizliğin de kazananı yoktur.
Hepimiz kaybederiz.
* * *
Kadın, daha kız çocuğu iken evinin kölesidir; kabul! Oğlan, evin prensi gibi yetiştirilir.
Ama babanın “göster oğlum amcanlara” çağrısıyla konu komşuya pipi göstermek, bu teşhir seansında böbürlenme vesilesi olan organın bir kısmını, bir sünnet töreninin davul zurna gümbürtüsü arasında kurban etmek de az travma değildir.
Evcilikte durum nedir bilmiyorum; ama erkek dünyası çocuk yaştan vahşi ve serttir. Mahalle maçında, çete savaşında, maçoluk yarışında zalimlikte geri kalana, “zayıf halka”ya iyi gözle bakılmaz; anında dışlanır, yalnızlaşırsınız.
Anneye, kardeşe bulaşana bulaşma, sokağın çakallarıyla dalaşma misyonu doğal olarak- üzerinizdedir.
Kardeşinizi siz koruyacaksınızdır; annenizi, sevgilinizi siz, sonra sırasıyla ülkenizi, evinizi, karınızı siz...
Bunca misyon, sizi de zamanla vahşileştirir, sertleştirir.
“Karı gibi sırıtma”mayı, “kız gibi gülme”meyi, “Adam gibi otur”mayı öğrenirsiniz.
Ağlamak otoritenizi yerle bir eder çünkü; gülmek de öyle; duygularınızı alabildiğine bastırır, kasılır kalırsınız.
Asırların çamuruyla karılmış erkeklik heykeli, devasa bir kütle halinde üstünüze abanır.
* * *
Ergenlikteki kız, evin tüm erkeklerinin ve üstüne üstlük bir de annesinin baskısı altındadır; kabul!
Ona yasaklanan, erkeğe mubahtır; hatta görev...
Ama kadın dostlar şundan emin olsunlar ki, ergenlik oğlanın “Kızları götürüyor musun?” imalarıyla büyütülmesi de ciddi baskıdır esasında...
Ev sohbetlerinde, arkadaş geyiklerinde, porno dergilerinde, perdelerinde hep “götüren” adamlar vardır.
Bu palavra, ergenlik çağında erkek için kadını bir tabuya, yatağı sınav salonuna çevirir.
Çoğu erkek orada ezilir.
Tenini tanıdığı “ilk kadın”, gönül verdiği kız değildir çoğu zaman; bu ayrımın acısı ruhunu ikiye böler.
Sevmeyle sevişmeyi aynı bedende hayal edemez hale gelir. Kendi yapamadığının acısıyla bunu yapmaya kalkışan mahallelisine, komşusuna, kızına yüklenir.
Bu tavır, kışlalarda, kahvelerde, camilerde, erkek erkeğe muhabbetlerde perçinlenir. Ve bizim acılı yürek, “bir ahlak abidesi” kesilir.
Bir yanıyla kadının hayatını mahveden ataerkil töre, iki ucu keskin bir bıçak gibi, diğer yanıyla da erkeği doğrar.
* * *
Asıl zoru ise, batmış bir patron gibi, yitik bir hükümranlığı çaresizce sürdürmeye çalışmaktır.
O işsizleşir, dolayısıyla güçsüzleşirken, hanenin “eksik etek”leri eve para taşımaya, kararlara ortak olmaya başlamıştır.
Artık üretimde güçleri, evde sözleri vardır.
Erkeğin dededen miras asırlık iktidarı fiilen sönmüştür.
Karısına, kızına yasak koymak şöyle dursun, söz geçirebilecek halde değildir.
Misyonu hepten güçleşir:
Şimdi kaybettiği bir savaşın galibiymiş gibi görünecek, kılıcı elinden alınmış bir kahraman heykeline dönüşecektir.
Fiiliyatta düşen süngüsü, dilinde parıldar.
Ezildikçe daha fazla maçoluk taslamaya, yenildikçe eski zaferleri anlatmaya, güçten düştükçe güce tapınmaya başlar.
İsyanını dizginleyemediği kadının nasıl örtüneceğini tarif etmeye, doğurmaları gereken çocuk sayısı konusunda ahkâm kesmeye kalkışır.
Bunda biraz, ataların evin yegâne sultanı olduğu günlere özlem, biraz da o sultanlığın kaybedilmiş oluşuna öfke vardır.
Eğer özel günler, sorunların anımsanması için birer vesileyse, bir “Dünya Erkekler Günü”nün vakti gelmedi mi sizce de?
İşin aslı öyle mi acaba?
Ben, -hele bu toplumda- kadınlığın ne meşakkatli bir dava olduğunu teslim etmekle birlikte, erkekliğin de -hele bu çağda- sanıldığı kadar rahat bir koltuk olmadığına inanıyorum.
Kadın olarak doğmak bir fırsat eşitsizliğidir; kabul!
Ama işin aslında, kadını yaralayan tüm töreler, yasalar, cinsel istismar, aslında dolaylı olarak erkeği de yaralar.
O yara, erkek bedeninde de kanar.
Kan davasının, töre cinayetinin nasıl galibi yoksa bu eşitsizliğin de kazananı yoktur.
Hepimiz kaybederiz.
* * *
Kadın, daha kız çocuğu iken evinin kölesidir; kabul! Oğlan, evin prensi gibi yetiştirilir.
Ama babanın “göster oğlum amcanlara” çağrısıyla konu komşuya pipi göstermek, bu teşhir seansında böbürlenme vesilesi olan organın bir kısmını, bir sünnet töreninin davul zurna gümbürtüsü arasında kurban etmek de az travma değildir.
Evcilikte durum nedir bilmiyorum; ama erkek dünyası çocuk yaştan vahşi ve serttir. Mahalle maçında, çete savaşında, maçoluk yarışında zalimlikte geri kalana, “zayıf halka”ya iyi gözle bakılmaz; anında dışlanır, yalnızlaşırsınız.
Anneye, kardeşe bulaşana bulaşma, sokağın çakallarıyla dalaşma misyonu doğal olarak- üzerinizdedir.
Kardeşinizi siz koruyacaksınızdır; annenizi, sevgilinizi siz, sonra sırasıyla ülkenizi, evinizi, karınızı siz...
Bunca misyon, sizi de zamanla vahşileştirir, sertleştirir.
“Karı gibi sırıtma”mayı, “kız gibi gülme”meyi, “Adam gibi otur”mayı öğrenirsiniz.
Ağlamak otoritenizi yerle bir eder çünkü; gülmek de öyle; duygularınızı alabildiğine bastırır, kasılır kalırsınız.
Asırların çamuruyla karılmış erkeklik heykeli, devasa bir kütle halinde üstünüze abanır.
* * *
Ergenlikteki kız, evin tüm erkeklerinin ve üstüne üstlük bir de annesinin baskısı altındadır; kabul!
Ona yasaklanan, erkeğe mubahtır; hatta görev...
Ama kadın dostlar şundan emin olsunlar ki, ergenlik oğlanın “Kızları götürüyor musun?” imalarıyla büyütülmesi de ciddi baskıdır esasında...
Ev sohbetlerinde, arkadaş geyiklerinde, porno dergilerinde, perdelerinde hep “götüren” adamlar vardır.
Bu palavra, ergenlik çağında erkek için kadını bir tabuya, yatağı sınav salonuna çevirir.
Çoğu erkek orada ezilir.
Tenini tanıdığı “ilk kadın”, gönül verdiği kız değildir çoğu zaman; bu ayrımın acısı ruhunu ikiye böler.
Sevmeyle sevişmeyi aynı bedende hayal edemez hale gelir. Kendi yapamadığının acısıyla bunu yapmaya kalkışan mahallelisine, komşusuna, kızına yüklenir.
Bu tavır, kışlalarda, kahvelerde, camilerde, erkek erkeğe muhabbetlerde perçinlenir. Ve bizim acılı yürek, “bir ahlak abidesi” kesilir.
Bir yanıyla kadının hayatını mahveden ataerkil töre, iki ucu keskin bir bıçak gibi, diğer yanıyla da erkeği doğrar.
* * *
Asıl zoru ise, batmış bir patron gibi, yitik bir hükümranlığı çaresizce sürdürmeye çalışmaktır.
O işsizleşir, dolayısıyla güçsüzleşirken, hanenin “eksik etek”leri eve para taşımaya, kararlara ortak olmaya başlamıştır.
Artık üretimde güçleri, evde sözleri vardır.
Erkeğin dededen miras asırlık iktidarı fiilen sönmüştür.
Karısına, kızına yasak koymak şöyle dursun, söz geçirebilecek halde değildir.
Misyonu hepten güçleşir:
Şimdi kaybettiği bir savaşın galibiymiş gibi görünecek, kılıcı elinden alınmış bir kahraman heykeline dönüşecektir.
Fiiliyatta düşen süngüsü, dilinde parıldar.
Ezildikçe daha fazla maçoluk taslamaya, yenildikçe eski zaferleri anlatmaya, güçten düştükçe güce tapınmaya başlar.
İsyanını dizginleyemediği kadının nasıl örtüneceğini tarif etmeye, doğurmaları gereken çocuk sayısı konusunda ahkâm kesmeye kalkışır.
Bunda biraz, ataların evin yegâne sultanı olduğu günlere özlem, biraz da o sultanlığın kaybedilmiş oluşuna öfke vardır.
Eğer özel günler, sorunların anımsanması için birer vesileyse, bir “Dünya Erkekler Günü”nün vakti gelmedi mi sizce de?