Günlük hayatın hay-huyu içinde, gündelik telâşe ve sıkıntılarla doluyken, zamanın nasıl geçip gittiğini çoğu kere fark etmeyiz. Çok şâhit olmuşuzdur ki, anne ve babalar, kendi öz çocuğu için bile:
“–Aaa, sen ne zaman büyüdün?!.. Doğduğun günleri daha dün gibi hatırlarım!.. Boyun da ne kadar büyümüş, elbiselerin ne kadar kısalmış!..” demektedirler. Bu bazen, sürekli yanında olan bir kişinin değişimini fark edememekten kaynaklansa da, çoğunlukla zamanın su gibi akıp gitmesindendir.
Bunu en çok da kendi hayatımızda fark ederiz. Bir bakarız, bir gün bir anda akşam oluvermiş; bir doğumun, bir ölümün üstünden bir ay, bir yıl geçivermiş.
Sonuç itibariyle güzellikler de, sıkıntı ve dertler de gelip geçici… Aynı zamanın süratle akışı gibi… En fazla yüz yıl içinde, bütün bir şehir halkı mezara taşınmakta, yerine yenileri gelmektedir. Bu devran, dünya kurulalı beri böyledir.
Peki böyle süratli bir gidişât içinde, kendi kendimize soruyor muyuz acaba:
“Biz nereye gidiyoruz?” diye…
Bazen okul ve arkadaş çevresinin yaptıkları kırıcı hareketler, bazen ters giden ticâretimiz, bazen ev içindeki huzursuzluk ve tatsızlıklar, yakın-uzak akrabalarımızın, komşularımızın dertleri, tasaları; hatta sevinçlerimiz, mutluluklarımız, bizi hayatın gerçek ve değişmeyen yüzünden uzaklaştırıyor mu acaba… Hayatın er-geç tükeneceğinden, ölümün bir daha bırakmamak üzere yakamıza yapışacağından, her insanın kendi yapıp ettiklerinin hesabını vereceğinden…
Konuşmalarımızda çoğunlukla âleme nizam verir, etrafımızdaki insanların yanlışlarını söyler, dost ve arkadaş sohbetlerimizde hükümet kurup, hükümet deviririz. Dünyanın genel gidişatından konuşmak, Amerika’dan, Avrupa’dan, ne bileyim dünyada ters giden bütün her şeyden konuşmak bize tatlı bir zevk verir. Ama acaba kendi hayatımız ve gidişatımız hakkında da bu kadar düşünüp konuşuyor muyuz?! Yoksa “bugün var, yarın yok” oyuncaklarla oyalanıp duruyor muyuz?
İşte bir muhasebe mevsimine daha geldik. Bir daha kendimize dönme, günahlarımızı, hatalarımızı fark etme, ayıklama mevsimine… Bir dahakine ulaşabilir miyiz, kimsenin garantisi yok!.. Belki bu bizim son yıkanıp durulanma mevsimimiz. Rabbimizin huzuruna günahlarla, hatalarla, kul haklarıyla çıkmamak için son fırsatımız belki de…
Ne yüce bir Rabbimiz var. Kulları kendini sık sık hatırlasın diye, nice fırsatlar koymuş önümüze… Her gün beş vakit namazla çağırmış huzuruna… Senede bir ay, başka bütün endişeleri unuttururcasına bir açlık terbiyesi olan orucu koymuş kullarının önüne… Arada kandiller, özel gün ve geceler… Hep kulları, kendilerini muhâsebeye çeksin, bugününü, yarınını düşünsün diye… Kendisine en büyük nimetleri veren, yegâne sahibi ve mâliki Rabbini hatırlayıp tâzim etsin, kulluk etsin diye…
Aramızdan niceleri, bu güzel günleri ayları lâyıkıyla değerlendirecek, bir cennet berâtı alarak Receb’i, Şaban’ı ve Ramazan’ı uğurlayacak!.. Eski hayatına, geçmişine bir sünger çekecek, yaşlı gözlerle… Pişman ve boynu bükük olarak Rabbinin huzuruna çıkmanın büyüklüğüne kavuşacak… Ve kalan sayılı günleri için tertemiz bir sayfa açacak… Bir daha üzerine leke düşürmemeye azmedecek!..
Kimileri de, akıp giden en büyük nimetlerden biri olan zamanın farkına varmadığı gibi bu güzîde anları da heder edecek… Sonra pişman olup “Âh!..” çekeceği şekilde israf edecek… Ama bazı şeyler için geriye dönüş yoktur. Elverir ki, ölüm meleği kapımıza gelmeden biz Rabbimizin kapısına gidelim…
Neden bu Üç Aylar’dan alnının akıyla çıkanlardan olmayalım?!.. Neden senede bir kez kapımıza gelen bu mağfiret çağlayanından nasiplenmeyelim?!..
alıntı
“–Aaa, sen ne zaman büyüdün?!.. Doğduğun günleri daha dün gibi hatırlarım!.. Boyun da ne kadar büyümüş, elbiselerin ne kadar kısalmış!..” demektedirler. Bu bazen, sürekli yanında olan bir kişinin değişimini fark edememekten kaynaklansa da, çoğunlukla zamanın su gibi akıp gitmesindendir.
Bunu en çok da kendi hayatımızda fark ederiz. Bir bakarız, bir gün bir anda akşam oluvermiş; bir doğumun, bir ölümün üstünden bir ay, bir yıl geçivermiş.
Sonuç itibariyle güzellikler de, sıkıntı ve dertler de gelip geçici… Aynı zamanın süratle akışı gibi… En fazla yüz yıl içinde, bütün bir şehir halkı mezara taşınmakta, yerine yenileri gelmektedir. Bu devran, dünya kurulalı beri böyledir.
Peki böyle süratli bir gidişât içinde, kendi kendimize soruyor muyuz acaba:
“Biz nereye gidiyoruz?” diye…
Bazen okul ve arkadaş çevresinin yaptıkları kırıcı hareketler, bazen ters giden ticâretimiz, bazen ev içindeki huzursuzluk ve tatsızlıklar, yakın-uzak akrabalarımızın, komşularımızın dertleri, tasaları; hatta sevinçlerimiz, mutluluklarımız, bizi hayatın gerçek ve değişmeyen yüzünden uzaklaştırıyor mu acaba… Hayatın er-geç tükeneceğinden, ölümün bir daha bırakmamak üzere yakamıza yapışacağından, her insanın kendi yapıp ettiklerinin hesabını vereceğinden…
Konuşmalarımızda çoğunlukla âleme nizam verir, etrafımızdaki insanların yanlışlarını söyler, dost ve arkadaş sohbetlerimizde hükümet kurup, hükümet deviririz. Dünyanın genel gidişatından konuşmak, Amerika’dan, Avrupa’dan, ne bileyim dünyada ters giden bütün her şeyden konuşmak bize tatlı bir zevk verir. Ama acaba kendi hayatımız ve gidişatımız hakkında da bu kadar düşünüp konuşuyor muyuz?! Yoksa “bugün var, yarın yok” oyuncaklarla oyalanıp duruyor muyuz?
İşte bir muhasebe mevsimine daha geldik. Bir daha kendimize dönme, günahlarımızı, hatalarımızı fark etme, ayıklama mevsimine… Bir dahakine ulaşabilir miyiz, kimsenin garantisi yok!.. Belki bu bizim son yıkanıp durulanma mevsimimiz. Rabbimizin huzuruna günahlarla, hatalarla, kul haklarıyla çıkmamak için son fırsatımız belki de…
Ne yüce bir Rabbimiz var. Kulları kendini sık sık hatırlasın diye, nice fırsatlar koymuş önümüze… Her gün beş vakit namazla çağırmış huzuruna… Senede bir ay, başka bütün endişeleri unuttururcasına bir açlık terbiyesi olan orucu koymuş kullarının önüne… Arada kandiller, özel gün ve geceler… Hep kulları, kendilerini muhâsebeye çeksin, bugününü, yarınını düşünsün diye… Kendisine en büyük nimetleri veren, yegâne sahibi ve mâliki Rabbini hatırlayıp tâzim etsin, kulluk etsin diye…
Aramızdan niceleri, bu güzel günleri ayları lâyıkıyla değerlendirecek, bir cennet berâtı alarak Receb’i, Şaban’ı ve Ramazan’ı uğurlayacak!.. Eski hayatına, geçmişine bir sünger çekecek, yaşlı gözlerle… Pişman ve boynu bükük olarak Rabbinin huzuruna çıkmanın büyüklüğüne kavuşacak… Ve kalan sayılı günleri için tertemiz bir sayfa açacak… Bir daha üzerine leke düşürmemeye azmedecek!..
Kimileri de, akıp giden en büyük nimetlerden biri olan zamanın farkına varmadığı gibi bu güzîde anları da heder edecek… Sonra pişman olup “Âh!..” çekeceği şekilde israf edecek… Ama bazı şeyler için geriye dönüş yoktur. Elverir ki, ölüm meleği kapımıza gelmeden biz Rabbimizin kapısına gidelim…
Neden bu Üç Aylar’dan alnının akıyla çıkanlardan olmayalım?!.. Neden senede bir kez kapımıza gelen bu mağfiret çağlayanından nasiplenmeyelim?!..
alıntı