GÜLLERİN EFENDİSİ ÇANAKKALE'DE
Kıştan yeni çıkmış ıslak ve bereketli toprak, ilkbahar güneşine göğsünü açmış, bağrında hayatla ilgili ne var ne yoksa hepsini ortaya dökmeye hazırlanırken, Çanakkale'de nice civanlar daha ölmeden diri diri mezara konuyordu.
Bahar, dallarda çiçek çiçek gülerken, analar, kınalı kuzularına, kızlar, gelinler sevgililerine ağlıyordu. Baharın geleneğine uyarak kuşlar, doğacak yavruları için yuvalar yaparken, Çanakkale'de her gün yuvalar yıkılıyor, yavrular yetim kalıyordu.
Mum ışığında, kandil ışığında cephedeki evlatlarına elbise dikiyor, çorap örüyordu, yüreği yanık bacılar, analar.
Anadolu fakirdi.
Kahraman Mehmetçikler, kazma, kürek gibi en basit malzemeleri bile geceleri düşmana baskın yaparak temin edebiliyor, geceleri siperlerde örtüsüz yatıyor, kum torbalarından elbise dikiyorlardı.
Gömleksiz göğüslerini siper ediyorlardı, hayasız akınlara
Yaralarını, yedeği olmayan gömleklerini yırtarak sarıyorlardı.
Yokluk her tarafta kendini hissettiriyordu.
Sığınak keresteleri, engel telleri, yıkılan, terk edilen köylerden, evlerden temin ediliyordu.
Mehmetçik sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla da savaşıyordu.
Lise son sınıf öğrencileri bile cepheye koşuyor, On Beşliler'in, taze bedenleri, papatyaların, gelinciklerin üstlerine düşüyordu.
"Öleni ölüyor... Üç dakikaya kadar öleceğini bildiği halde, en ufak bir çekinme bile göstermeden; bilenlerin elinde Kur'an, bilmeyenlerin dilinde Kelime-i Şahadet, sıralarını bekliyor ve Cennet'e girmeye hazırlanıyorlardı."
Hücuma kalkmadan önce siperlerde birbirleri ile helalleşiyor, sevdiklerinin yemenilerini boyunlarına dolayarak şimşek hızıyla düşman saflarına dalıyorlardı.
Gezginci kaleler denilen dev gemilerden devamlı salvo ateşleri yapılıyor, top mermilerinin patlamasıyla göklere savrulan gövdeler, garip gölgeler oluşturuyordu kanlı sırtlarda.
Güneşler, Mehmet, diyerek batıyor, mehtap, akşamları mor bulutların arasından Mehmet, diye doğuyordu.
Ve ateşi gittikçe yükselen bir cehenneme dönüyordu, Çanakkale.
Bu durum, yardım istenecek durumdu.
Ama böyle zor bir zamanda kimden yardım istenebilirdi?
Kim yardıma gelirdi?
Bütün bir Anadolu kadınıyla, erkeğiyle, askeriyle, komutanıyla tek yürek olmuş dualar ediyordu.
"Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen, bütün buraları bu millete verdin. Yine onlar da bırak! Çünkü böyle güzel yerler ve şu nimetler, seni takdis ve senin yüceliğini tasdik eden bu millete mahsustur."
Hele Bir gün... Fransızlar amansız bir saldırıyla, siperlerimizi bir bir geçmeye başlarlar. Çiğnenen sadece toprak değildir. O toprağı çiğneyerek geçenler Mehmetçiklerin analarına, bacılarına, mabetlerine koşuyordu. Namusa değecekti namahrem eli.
Gelibolu geçilirse ne vatan kalırdı, ne de kitap.
Sonrasını, Yüzbaşı Doktor Hikmet Arda anlatıyor;
"Ben yaralılarla uğraşırken bir anda etrafımızı Senegalli siyahî askerler sardı. Sonumuzun geldiğini düşündüm. Askeri gücümüz bozulmuş, birliğimiz dağılmış ve geri çekilmeye başlamıştık. Siperler ağır ağır boşalıyordu. Bu ise büyük bir felaket demekti, çünkü Alçıtepe düşebilirdi.
İşte o anda, eşi vefat ettiği için on üç yaşındaki öksüz oğlu Emrullah da hep yanında olan binbaşı Lütfi Bey, kılcını havaya kaldırarak gök gürler gibi;
"Yetiş ya Muhammed! Kitabın elden gidiyor " diye bağırarak, düşman hatlarına doğru koştu.
Bu sesi duyan askerlerimiz yeniden toparlanıp Binbaşı'nın ardınca düşman saflarına saldırdı. Kereviz Dere'yi "Allah! Allah!" nidaları, Afrikalıların feryatları inletti.
2. Alay'ın askerleri bulutlar gibi denize doğru akıp gittiler. İşte o an Çanakkale harbi kazanıldı. Alçı Tepe kurtarıldı."
İşte o an... Bulutlar, süvari birlikleri gibi oradan oraya koşmakta, gökyüzünde yeşil kuşlar uçmaktadır.
"Mehmetlerin ardında koca bir kâinat
En üst düzeyde savaş alarmına geçmiştir."
Bulutlar sevkiyatta, rüzgârlar harp halindedir.
Merhum Necip Fazıl'ın Maraş müdafaası için dediği gibi; madde ruhun emrine girmiş, kan, ateşi yutmuş, kemik, çeliğe direnmiş, şehitlerin ruhları tunçtan duvar örmüştür, Çanakkale'de.
Kaybetme kuşağında gelmiştir, zafer. Hem de milletçe çok ihtiyacımız olduğu bir zamanda.
Yıllar var ki bütün cephelerde art ardına hep bozgunlar yaşıyor, hiç zafer yüzü görmüyorduk.
Ve Çanakkale geçilemez.
Çanakkale, daha henüz her şeyin bitmediğini gösteren bir umut meşalesi olur.
Sadece Anadolu insanı değil, bütün dünya Müslümanları sevinç gözyaşları döker.
Çanakkale Savaşı'ndan on üç yıl sonra 1928'de Osmanlının son devir âlimlerinden Cemal Öğüt Hoca, hacca gider.
Mekke'den sonra Medine'ye de uğrar.
On yıl kadar önce bıraktığımız Medine mahzundur. Mor bulutlar çatılıdır gökyüzünde. Çöl aslanı Fahreddin Paşa'nın İngilizlere esir giderken gümüş parmaklığına yaslanıp;
"Ya Rasulullah! Ben seni korumak için gelmiştim ama beni de korumak sana düştü" diyerek gözyaşları içinde bıraktığı mahzun türbenin emektar türbedarı ise hala görevinin başındadır. Bu nur yüzlü türbedarın Osmanlı'ya olan derin saygısı Cemal Hoca'nın dikkatini çeker.
Bir gün; "Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?"diye sorar. Nurani türbedar daldığı derin uykudan uyanır gibi başını kaldırarak;
"Allah ve Rasulü'nün sevgisi, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir,"der.
Hoca tatmin olmaz.
Hoca bir sırrın varlığını fark ederek, ısrar eder.
Türbedar; "1915'in hac mevsimi idi." diye başlar söze.
Ağır ağır, tane tane konuşur.
Kelimeler bir alev topu gibi dökülür dudaklarından;
"Çanakkale'de kanlı savaşlar oluyordu. O yıl hacca gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık bir Allah dostu da vardı.
Bu zat sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken ağlıyordu.
Gece gündüz ağlıyordu.
Nurani yüzü her daim mahzundu. Bir gün dayanamayıp sordum;
"A be efendim! Neden bu kadar ağlıyorsunuz, Güllerin Efendisi'nin yanındasınız bu sizi sevindirmesi gerekmez mi? dedim. Dolu dolu gözlerle yüzüme bakarak;
'Ben nice senelerin hasretiyle geldim buralara. Kâinat'ın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini ta Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendim'in Kabr-i Şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir, diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti...İşte ızdırabımın sebebi budur.' dedi.
Hindistanlı bu Hak dostunun anlattıkları çok dokunmuştu bana. İçime bir ateş düştü. Rasulullah türbesinde olmayabilir miydi?
Dikenli bir yolda yürüyor gibi yaralanmıştı yüreğim. O gece sabaha karşı rüyamda Güllerin Efendisi(s.a.v)' i gördüm. Gül yüzü pek mahzundu. Utancımdan gündüz konuştuğumuz konu hakkında bir şey soramadım. Ama O (s.a.v) buyurdular ki;
"Evet, hissedilen doğrudur, çok zor durumda bulunan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı.
Ben şimdi Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim!"
HARUN TOKAK
[DM]xcr037_asym-yyldyrym-gullerin-efendisi-can_news[/DM]
Kıştan yeni çıkmış ıslak ve bereketli toprak, ilkbahar güneşine göğsünü açmış, bağrında hayatla ilgili ne var ne yoksa hepsini ortaya dökmeye hazırlanırken, Çanakkale'de nice civanlar daha ölmeden diri diri mezara konuyordu.
Bahar, dallarda çiçek çiçek gülerken, analar, kınalı kuzularına, kızlar, gelinler sevgililerine ağlıyordu. Baharın geleneğine uyarak kuşlar, doğacak yavruları için yuvalar yaparken, Çanakkale'de her gün yuvalar yıkılıyor, yavrular yetim kalıyordu.
Mum ışığında, kandil ışığında cephedeki evlatlarına elbise dikiyor, çorap örüyordu, yüreği yanık bacılar, analar.
Anadolu fakirdi.
Kahraman Mehmetçikler, kazma, kürek gibi en basit malzemeleri bile geceleri düşmana baskın yaparak temin edebiliyor, geceleri siperlerde örtüsüz yatıyor, kum torbalarından elbise dikiyorlardı.
Gömleksiz göğüslerini siper ediyorlardı, hayasız akınlara
Yaralarını, yedeği olmayan gömleklerini yırtarak sarıyorlardı.
Yokluk her tarafta kendini hissettiriyordu.
Sığınak keresteleri, engel telleri, yıkılan, terk edilen köylerden, evlerden temin ediliyordu.
Mehmetçik sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla da savaşıyordu.
Lise son sınıf öğrencileri bile cepheye koşuyor, On Beşliler'in, taze bedenleri, papatyaların, gelinciklerin üstlerine düşüyordu.
"Öleni ölüyor... Üç dakikaya kadar öleceğini bildiği halde, en ufak bir çekinme bile göstermeden; bilenlerin elinde Kur'an, bilmeyenlerin dilinde Kelime-i Şahadet, sıralarını bekliyor ve Cennet'e girmeye hazırlanıyorlardı."
Hücuma kalkmadan önce siperlerde birbirleri ile helalleşiyor, sevdiklerinin yemenilerini boyunlarına dolayarak şimşek hızıyla düşman saflarına dalıyorlardı.
Gezginci kaleler denilen dev gemilerden devamlı salvo ateşleri yapılıyor, top mermilerinin patlamasıyla göklere savrulan gövdeler, garip gölgeler oluşturuyordu kanlı sırtlarda.
Güneşler, Mehmet, diyerek batıyor, mehtap, akşamları mor bulutların arasından Mehmet, diye doğuyordu.
Ve ateşi gittikçe yükselen bir cehenneme dönüyordu, Çanakkale.
Bu durum, yardım istenecek durumdu.
Ama böyle zor bir zamanda kimden yardım istenebilirdi?
Kim yardıma gelirdi?
Bütün bir Anadolu kadınıyla, erkeğiyle, askeriyle, komutanıyla tek yürek olmuş dualar ediyordu.
"Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen, bütün buraları bu millete verdin. Yine onlar da bırak! Çünkü böyle güzel yerler ve şu nimetler, seni takdis ve senin yüceliğini tasdik eden bu millete mahsustur."
Hele Bir gün... Fransızlar amansız bir saldırıyla, siperlerimizi bir bir geçmeye başlarlar. Çiğnenen sadece toprak değildir. O toprağı çiğneyerek geçenler Mehmetçiklerin analarına, bacılarına, mabetlerine koşuyordu. Namusa değecekti namahrem eli.
Gelibolu geçilirse ne vatan kalırdı, ne de kitap.
Sonrasını, Yüzbaşı Doktor Hikmet Arda anlatıyor;
"Ben yaralılarla uğraşırken bir anda etrafımızı Senegalli siyahî askerler sardı. Sonumuzun geldiğini düşündüm. Askeri gücümüz bozulmuş, birliğimiz dağılmış ve geri çekilmeye başlamıştık. Siperler ağır ağır boşalıyordu. Bu ise büyük bir felaket demekti, çünkü Alçıtepe düşebilirdi.
İşte o anda, eşi vefat ettiği için on üç yaşındaki öksüz oğlu Emrullah da hep yanında olan binbaşı Lütfi Bey, kılcını havaya kaldırarak gök gürler gibi;
"Yetiş ya Muhammed! Kitabın elden gidiyor " diye bağırarak, düşman hatlarına doğru koştu.
Bu sesi duyan askerlerimiz yeniden toparlanıp Binbaşı'nın ardınca düşman saflarına saldırdı. Kereviz Dere'yi "Allah! Allah!" nidaları, Afrikalıların feryatları inletti.
2. Alay'ın askerleri bulutlar gibi denize doğru akıp gittiler. İşte o an Çanakkale harbi kazanıldı. Alçı Tepe kurtarıldı."
İşte o an... Bulutlar, süvari birlikleri gibi oradan oraya koşmakta, gökyüzünde yeşil kuşlar uçmaktadır.
"Mehmetlerin ardında koca bir kâinat
En üst düzeyde savaş alarmına geçmiştir."
Bulutlar sevkiyatta, rüzgârlar harp halindedir.
Merhum Necip Fazıl'ın Maraş müdafaası için dediği gibi; madde ruhun emrine girmiş, kan, ateşi yutmuş, kemik, çeliğe direnmiş, şehitlerin ruhları tunçtan duvar örmüştür, Çanakkale'de.
Kaybetme kuşağında gelmiştir, zafer. Hem de milletçe çok ihtiyacımız olduğu bir zamanda.
Yıllar var ki bütün cephelerde art ardına hep bozgunlar yaşıyor, hiç zafer yüzü görmüyorduk.
Ve Çanakkale geçilemez.
Çanakkale, daha henüz her şeyin bitmediğini gösteren bir umut meşalesi olur.
Sadece Anadolu insanı değil, bütün dünya Müslümanları sevinç gözyaşları döker.
Çanakkale Savaşı'ndan on üç yıl sonra 1928'de Osmanlının son devir âlimlerinden Cemal Öğüt Hoca, hacca gider.
Mekke'den sonra Medine'ye de uğrar.
On yıl kadar önce bıraktığımız Medine mahzundur. Mor bulutlar çatılıdır gökyüzünde. Çöl aslanı Fahreddin Paşa'nın İngilizlere esir giderken gümüş parmaklığına yaslanıp;
"Ya Rasulullah! Ben seni korumak için gelmiştim ama beni de korumak sana düştü" diyerek gözyaşları içinde bıraktığı mahzun türbenin emektar türbedarı ise hala görevinin başındadır. Bu nur yüzlü türbedarın Osmanlı'ya olan derin saygısı Cemal Hoca'nın dikkatini çeker.
Bir gün; "Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?"diye sorar. Nurani türbedar daldığı derin uykudan uyanır gibi başını kaldırarak;
"Allah ve Rasulü'nün sevgisi, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir,"der.
Hoca tatmin olmaz.
Hoca bir sırrın varlığını fark ederek, ısrar eder.
Türbedar; "1915'in hac mevsimi idi." diye başlar söze.
Ağır ağır, tane tane konuşur.
Kelimeler bir alev topu gibi dökülür dudaklarından;
"Çanakkale'de kanlı savaşlar oluyordu. O yıl hacca gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık bir Allah dostu da vardı.
Bu zat sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken ağlıyordu.
Gece gündüz ağlıyordu.
Nurani yüzü her daim mahzundu. Bir gün dayanamayıp sordum;
"A be efendim! Neden bu kadar ağlıyorsunuz, Güllerin Efendisi'nin yanındasınız bu sizi sevindirmesi gerekmez mi? dedim. Dolu dolu gözlerle yüzüme bakarak;
'Ben nice senelerin hasretiyle geldim buralara. Kâinat'ın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini ta Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendim'in Kabr-i Şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir, diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti...İşte ızdırabımın sebebi budur.' dedi.
Hindistanlı bu Hak dostunun anlattıkları çok dokunmuştu bana. İçime bir ateş düştü. Rasulullah türbesinde olmayabilir miydi?
Dikenli bir yolda yürüyor gibi yaralanmıştı yüreğim. O gece sabaha karşı rüyamda Güllerin Efendisi(s.a.v)' i gördüm. Gül yüzü pek mahzundu. Utancımdan gündüz konuştuğumuz konu hakkında bir şey soramadım. Ama O (s.a.v) buyurdular ki;
"Evet, hissedilen doğrudur, çok zor durumda bulunan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı.
Ben şimdi Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim!"
HARUN TOKAK
[DM]xcr037_asym-yyldyrym-gullerin-efendisi-can_news[/DM]