E
esmanur
Misafir
[ Ebû Derda (r.a.) anlatıyor:
“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:
‘Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır.
Melekler, yaptığı işten dolayı duydukları hoşnutluğu belirtmek üzere ilim öğrenenin üzerine kanatlarını gererler. Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.
Alimin, ibadetle meşgul olan (âbid) kimseye olan üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”
Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Beyhaki ve İbn Hibban
“Oku..”4
Allah-u Teâlâ’nın, Peygamberi Muhammed’e (s.a.v.) söylediği ilk söz. Hz. Peygamber’in kalbine inen ilk vahiy nuru... Vahyin ilk ışıltısı ve ilk aydınlığı...
Okumak ilmin yolu; ilim ise bilmenin kaynağıdır. Bilgi ise aklın ve kalbin nurudur. Bilgi olmadığı takdirde akıl ve kalp, cehaletin ıssız vadilerinde, dalaletin çöllerinde nereye gittiğini bilmez şaşkın bir halde kalakalır. Bilgi olmadığı sürece akıl ve kalp asla hidayet yolunu bulamaz.
İlimden maksat; bireyin dünya ve ahiret hayâtında kendisinden faydalandığı ve başkalarına da faydalı olduğu her ilimdir. Özelikle insanı evrenin, hayâtın ve eşyanın değişmez kanunlarının kaynağı olan Yaratıcı’ya bağlayan ilimdir. Çünkü insanın öğrendiği ve keşfettiği bütün bilgilerin yegane kaynağı ve mercii ancak Allah’tır. Aynı şekilde elde edilen maddi neticelerin kaynağı da O’dur.
Çiftçinin ürün elde etmek, hasat almak ya da istifade etmek amacıyla toprağa bıraktığı çekirdek ya da tohumu düşün. Allah işte o çekirdek ve tohumun ürününü verebilmesini belli koşullara bağlamıştır. Bu koşullardan bir tanesi eksik olsa, toprağa bırakılan o çekirdek veya tohum asla beklenen ürünü vermez.
Çiftçinin ya da ziraatçinin tecrübeleri ve uygulamaları esnasında elde ettiği ilmin kaynağı ve esası Rabdir. Çekirdeğin, tohumun, havanın, suyun, güneşin Rabbi... Aynı şekilde çalışan elin, gözlemleyen gözün, şefkatli gönlün Rabbi...
Bütün bunların üstünde ise “ümit” var...
Bol ve temiz ürün elde etme ümidi...
Geçmişte ve günümüzde birtakım insanlar, ümidi ve imani ilmi temelinden saptırarak kendi zanlarınca birtakım zaruri sonuçlara bağladılar. Gerçekte onlar hakikatin etrafında dolaşmakta ama ona asla ulaşamamaktadırlar.
Çünkü ümit gayb’dır... Gayb ise yalnızca Allah’ın kudret ve tasarrufundadır.
İlim konusunda, dünyevi ilimleri ve özelliklerini mutlaka anlatacak olsaydım, dini ilimleri anlatmadan geçmezdim. Çünkü dini ilimler anlatılmaya daha layıktır. Kaldı ki, dini ilimleri anlatmak da ilim öğretme ve öğrenmenin bir çeşididir. Bazen zındıklığın amaçlandığı, yıkımın hedeflendiği ve dini ilmin ifsadı niyetiyle öğrendiği durum bunun dışında kalır... Bunda ise pek çok tehlike vardır. Allah’ın Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:
“Ümmetim hakkında en çok endişe ettiğim şey, çok bilmiş her münafıktır.”
Hadis-i şerîfe, temiz ve iffetli söze dönüyoruz:
“Hiç kuşkusuz ilim öğrenmek farzdır.”
İlmin farz oluşuna ilişkin pek çok özendirici faktör vardır. “Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır...”
“Kolaylaştırır” sözcüğünde duralım.
Hadis-i şerîfte buyurulmaktadır ki:
“Cennet gönle hoş gelmeyen şeylerle çevrilidir.”
Öyleyse cennet yolu zorlu ve çetindir. Cennet’in etrafı meşakkat, yorgunluk ve bıkkınlıklarla kuşatılmıştır. Cennet yolcusu pek çok yanılmalara, yanlışlara, tökezlemelere düçar olacaktır.
İnsan nefsini tahrik eden şehvet çukurları, keyfi arzuların zirveleri, şehvet dikenleri ve tırmıkları... Ter, gözyaşı, mücadele, savaş ve sabır...
Bunların hepsi ilmin kaynağına sımsıkı bağlanmış ilim öğrencisinin önünde kolaylaşmaktadır. Niçin?
Çünkü ilim öğrencisi, engeller karşısında ancak apaçık bir delille hareket ederek bütün engelleri hiçbir zorluk ve sıkıntı duymadan aşmaktadır. Asla şaşkınlığa düşüp yolunu kaybetmemekte, yolda tıkanıp kalmamakta ve tereddüt etmemektedir.
İlim öğrencisinin karşılaştığı kolaylığın ilki ve en büyüğü, meleklerin kanatlarıdır.
Bu kanatlar ilim öğrencisi için yere iner ve son derece şefkat ve yumuşaklıkla onu üzerine alır. Sonra, engellerin üstüne yükselip adeta engellerle alay ederek, onlara aldırmadan geçip gitmesi için meleklerin kanatları ilim öğrencisini kaldırır, yükseklere çıkarır.
Meleklerin kanatlarında manevi dereceler kateden ilim öğrencisi dünya hayâtının ağırlıklarından hafiflediğini, yeryüzünün kir ve pisliklerinden gönlünün ve vicdanının temizlendiğini hisseder.
Vicdanında hoşnutluk nağmeleri ve mutluluk melodileri ses verir. Yüzünde derin bir neşe belirir.
Sonra bütün bunlar yola devam etme azmi ve kararlılığı biçiminde davranışlarına akseder.
Bu durum gerçekte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haber verdiğinden başka bir şey değildir:
“Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.”
Denizlerin karanlık mağaralarında ve yoğun su katmanları altında yaşayan balıklara varıncaya kadar tüm canlılar ilim öğrenen kimse için sürekli mağfiret diliyorlar. Mağfiret dilekleri su katmanlarını yarıyor, nihayet suyun yüzeyine çıkıyor ve bir ahenk içinde diğer dualara katılıyor.
Sevgili gençler...
İlim öğrencisinden bütün dünya razı ve hoşnuttur.
Aileden başlayıp tüm canlılara varıncaya kadar bütün dünya...
Makam ve onur bakımından ilim öğrencisinin sahip olduğu fazilet ve üstünlüğe denk hiçbir fazilet ve üstünlük yoktur... İbadetle meşgul olan (âbid) kimse Allah katında ve insanlar nezdinde yüksek bir derecede olduktan sonra, ilmiyle amel eden alim de, elbette daha yüksek bir makamda ve daha ulvi bir mertebede olacaktır.
Alimin âbid kimseye olan üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.
Dolunayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar parlak bir biçimde ortaya çıkarlar ve etrafa ışık saçarlar. Hatta ışığı cılız en uzaktaki yıldız bile belirginleşir, göze gelir. Ama ay ortaya çıkıp dolunay halini aldığında o yıldızlar tutulur, gizlenir ve tevazu gösterirler.
Alim ile âbid arasındaki fark işte böyledir!!..
“Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”
Büyük bir miras, ağır bir sorumluluk, zor bir emanet...
Kime bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edip kıymetini bilerek, gereğini yerine getirmiş ise muhakkak o dosdoğru bir yola (sırat-ı müstakim’e) iletilmiştir. Kime de bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edemeyerek kıymetini bilmeyerek, gereğini yerine getirmemiş ise muhakkak onun ameli boşa gitmiştir. Ve kime de bu miras verilmemiş ve o da bunları elde etmek için gayret göstermemiş ise muhakkak o dünyasını ve ahiretini ziyan etmiştir.
Sevgili gençler...
Göz ve kalplerimizden cehalet örtülerini kaldırmaya ve ardından hayât yolculuğunu sürekli olarak başkalarının ardısıra giden ve onlara uyan kuyruk insanlar olarak değil; onurlu önderler olarak sürdürmek için bu mirası elde etmeye ve ona olan güveni yeniden sağlamaya ne kadar muhtacız.
Aklıma konuyla alakalı çok güzel bir hikaye geliyor.
Rivayetlere göre;
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ebû Zerr (r.a.), bir gün Medine’nin çarşılarını dolaşıyordu. İnsanları kargaşalı bir halde gördü. Dünya hayâtı onları iyiden iyiye meşgul etmiş, hayât meşgalesi onlara egemen olmuş, akıl ve duygularını esir almıştı.
Ebû Zerr (r.a.), dünya hayâtının müslümanları bu derece meşgul etmesinden endişeye kapıldı. İnsanlara seslendi:
–İnsanlar! Şimdi mescidde Muhammed’in mirası dağıtılırken siz mal ve ticarete kendinizi kaptırmış ne yapıyorsunuz?!
Bu söz üzerine insanlar derhal mescide koşuştular.
Ancak mescidde rukü ve secde eden, ibadet edenlerle birlikte, ilim öğreten alim ve ilim öğrenen öğrenciler ve fıkıh öğreten fakîh ve fıkıh öğrenen öğrencilerden başka bir şey göremediler. Derhal homurdana homurdana geldikleri gibi ökçeleri üzere geri döndüler. Ebû Zerr’e (r.a.):
–Mescidde, söylediğinden bir şey göremedik?! dediler. Ebû Zerr (r.a.):
–Muhammed’in mirası işte odur, cevabını verdi.
Bu bir hatırlatma ve öğüttü.
Sevgili gençler...
Ben de size ve kendime bu mirası hatırlatıyor ve onu öğütlüyorum. Zira hatırlatma ve öğüt, Allah’a inanan (mü’min) insanlara fayda verir.
[1] Alak, (96): 1
Namaz ve Ruh Temizliği
Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:
“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:
–Ne dersiniz; birinizin kapısının önünden bir nehir aksa, günde beş defa o nehirden yıkansa, onda kirden eser kalır mı?!
Sahabîler:
–Hayır, onda kirden eser kalmaz, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder, buyurdu.”
Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce
Bir nehir!
Açılıp kapatılan bir musluk değil. Bir su deposu da değil dolan ve boşalan.
Bilakis gürül gürül akan, suyu berrak ve hoş bir nehir. Suyunda bir bulanıklık ya da renk yok, tad ve kokusunda da bir bozulma söz konusu değil. Sürekli veren, daima cömert.
Herhangi birimizin kapısı önünden bir nehir aksa, temizlenmek maksadıyla günde beş sefer içine girip yıkansa, o kimsenin üzerinde hiç kir kalır mı?!
Hayır...
Allah’ın Resûlü Muhammed’in (s.a.v.) , huzurunda kendisini dinleyen sahâbeye yönelttiği soruya sahâbe hiç düşünmeden cevap verdi:
–Hayır, onda kirden eser kalmaz..
Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder” buyurdu.
Hz Peygamber’in bir başka hadisinde buyurduğu gibi: “Temizlik imandandır.”
Bazı yönlerden ve alakalı olduğu konular bakımından farklı olsalar da bu iki hadis birbirine çok benzemektedir.
İman, kalbe bağlı ince manevi bir duygudur. Temizlik ise maddi bir dış görünümdür. Aralarında nasıl bir bağı, benzerlik ve uyum olabilir?!
İman, -Hz. Peygamber’in haber verdiği üzere- kalbe yerleşip de amelin kendisini tasdik ettiği şeydir.
Bu açıdan temizlik; imanın bir göstergesidir. İmanı haber verir, onu işaret eder ve onu çağrıştırır.
Sevgili gençler...
Birey ve toplum hayâtında İslam gibi maneviyat ile maddiyatı birbirine bağlayan bir başka din asla bulamazsınız.
Bunlar bir anda akla gelen ve kalemin pervasızca satıra döktüğü düşüncelerdir. Arzetmekte olduğum hadisle olan yakınlık, ilişki ve uyumundan dolayı bu düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Hadis-i şerîfe dönüyoruz...
Hadisin içimize fısıldadığı düşüncelerden biri de şudur:
Nehir suyunun kesintisiz bir şekilde akışının sürüp gitmesi ve insanın o suya girip yıkanması gibi, namaz kılmaya da ara vermeksizin devam etmek.
“Nehir” sözcüğü, zihnin düşünce ve hayâl dünyasında bir görüntü meydana getirmektedir. Nehir sözcüğünün zihinde bıraktığı bu görüntü aralıksız bir akıntıdır. Nehir sözcüğü telaffuz edilir edilmez zihne bu görüntü âdeta nakşoluyor.
Akıp gitmekte olan su, kimi zaman bir kayaya çarpabilir kimi zaman da bir çukur onu kolları arasına alabilir. Ancak çok geçmeden su, önüne çıkan bu engelleri süratle aşar. Yolunu kesen engeller karşısında gök gibi gürleyerek, aslan gibi kükreyerek direnir ve meydan okur. Daha sonra suyun, ardında köpük bırakarak zafer marşlarını andıran kendine has sesiyle şırıl şırıl akıp gittiğini görürsün.
Yaşam şartları, suyun kenarında veya civarında oturan insanı yaptığı işin durumuna göre, suyu kullanarak hayâtın kirlerinden temizlenmeye mecbur ediyor. Suyun kenarında veya civarında oturan insan, su aramadığı gibi aramak için herhangi bir gayret de göstermez. Zira su hemen onun yakınında, görme ve duyma alanlarının sınırları içindedir; suyun akışını görmekte ve şırıltısını işitmektedir. Kendisi hiçbir zahmet ve gayret göstermediği halde bu su onun istifadesine sunulmuştur. Temizlenmek için aralıksız olarak suya gelir temizlenir. Nehir suyunun kesintisiz olarak akışının sürüp gitmesine benzer bir şekilde o insanın da maddi temizliği sürer gider...
Temizlik sadece dış görüntüyle olmaz, sadece bedenle sınırlı kalmaz. Çünkü insan, beden ve ruhtan meydana gelmektedir.
Örneğin: Sabah namazını kılıp da işine giden insan... Kendisini geçim mücadelesinin ortasına atacak, menfaat ve kazancının peşinden koşacak, böylece nefsi tahrik edici ağlarada takılacaktır. Bu insan kaçınılmaz olarak keyfi arzularının (heva) etkisinde kalarak –bir sınıra kadar– şehevi arzuları ve çıkar peşinde sürüklenecektir. Bu durumdaki bir insan kendisine bulaşan kir ve pisliklerden ruhunu ve gönlünü nasıl arındırıp temizleyecektir?!
Bu kişi nasıl davranmalı ki, kalın bir tabaka halini almış yoğun günah kiri katmanından, kalpleri kapkara kesilmiş insanlardan da olmasın. Bunun için hemen öğle namazına koşar. Allah’ın huzurunda kıyam durarak farzı eda eder. Kendini hesaba çeker; günahını hatırlayarak Allah’tan kendini bağışlamasını niyaz eder.
Hiç şüphesiz o, bu davranışıyla, suyu berrak ve temiz olan bir nehirde yıkanan insan gibidir.
Yıkanıyor da yıkanıyor... Beş kez... Ardından gecenin karanlığı gelip onu bürüyor, kendini uykunun kollarına bırakıyor... Bu esnada hiçbir yanlış davranışta bulunmuyor, kendisine hiçbir kir bulaşmıyor. Çünkü uyuyan insan, ölü gibidir.
Sonra yaşama yeniden dönüyor...
Sevgili gençler...
Gerçekte namaz, sınırlı dakikalar içerisinde Allah’a yapılmış bir yolculuktur. İftitah tekbiri’nden selâm’a, ayaktaki başlangıcından oturarak namaz bitimine kadar yerin ve evrenin maddiliğinden kopmadır, madde ile ilişki ve bağların kesilmesidir.
Namazdaki her söz, her hareket ve tabii her görüntü bir yükseliş ve yüceliş; hem de yücelere yükseliştir. Ayrıca sürekli bir temizlenme ve devamlı bir arınmadır.
Kıyam, rüku, secde ve “Allah-u Ekber” sözüyle başlama arasındaki bağlantının anlamını kavraman gerekmez mi?!
Sevgili gençler...
Keşke bu anlamı yaşayabilseydik... O takdirde gözlerimizde ve duyularımızda varlık küçülecek ve bütün genişliğine rağmen dünya gözbebeğimizde ve vicdanımızda ufacık olacaktır.
“Allah-u ekber” sözü bizi tüm keyfi arzu ve dürtülerinden, her türlü dünyevi dalalet ve sapıklıktan kurtarır. Böylece Allah’ın huzurunda duruşumuz temiz ve saf bir kıyam halini alır.
Bu söz, namazın rüku, secde ve kıyam olarak bir bölümünden diğer bir bölümüne geçiş anında, içinde ve üzerinde bulunduğumuz gerçekleri bize hatırlatır. Hem de, saf mü’min gönle pek çok hakikatler, anlamlar ve ibretler fısıldayıp ilham ederek ve onu devamlı kesintisiz bir canlılık ve sınırsız bir güçle donatıp besleyerek.
Yeryüzünün farklı ülkelerinden milyarlarca müslüman kardeşinle aynı kıbleye yönelişteki birliğin anlamını kavraman gerekmez mi?!
Nitelikte, görünüşte ve yönde... Sözde, eylemde ve harekette birlik...
Buradaki kardeşliğin anlamını, daha da geniş bir şekilde kavraman gerekmez mi?!
Son olarak...
Söze daha fazla devam edemeyeceğiz. Zira namaz konusu bu sayfalara sığacak gibi değil. Kaldı ki daha fazla devam edersek konu dışına çıkma endişesi de söz konusu...
Yoksa namaz hakkında çok söz söylenebilir.
Bu seferlik, namazın sadece manevi temizlik boyutundan, yaşamın ve dünyanın kirlerinden sürekli bir temizliğin kaçınılmazlığından bahsetmekle yetiniyoruz.
/SIZE]
“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:
‘Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır.
Melekler, yaptığı işten dolayı duydukları hoşnutluğu belirtmek üzere ilim öğrenenin üzerine kanatlarını gererler. Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.
Alimin, ibadetle meşgul olan (âbid) kimseye olan üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”
Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Beyhaki ve İbn Hibban
“Oku..”4
Allah-u Teâlâ’nın, Peygamberi Muhammed’e (s.a.v.) söylediği ilk söz. Hz. Peygamber’in kalbine inen ilk vahiy nuru... Vahyin ilk ışıltısı ve ilk aydınlığı...
Okumak ilmin yolu; ilim ise bilmenin kaynağıdır. Bilgi ise aklın ve kalbin nurudur. Bilgi olmadığı takdirde akıl ve kalp, cehaletin ıssız vadilerinde, dalaletin çöllerinde nereye gittiğini bilmez şaşkın bir halde kalakalır. Bilgi olmadığı sürece akıl ve kalp asla hidayet yolunu bulamaz.
İlimden maksat; bireyin dünya ve ahiret hayâtında kendisinden faydalandığı ve başkalarına da faydalı olduğu her ilimdir. Özelikle insanı evrenin, hayâtın ve eşyanın değişmez kanunlarının kaynağı olan Yaratıcı’ya bağlayan ilimdir. Çünkü insanın öğrendiği ve keşfettiği bütün bilgilerin yegane kaynağı ve mercii ancak Allah’tır. Aynı şekilde elde edilen maddi neticelerin kaynağı da O’dur.
Çiftçinin ürün elde etmek, hasat almak ya da istifade etmek amacıyla toprağa bıraktığı çekirdek ya da tohumu düşün. Allah işte o çekirdek ve tohumun ürününü verebilmesini belli koşullara bağlamıştır. Bu koşullardan bir tanesi eksik olsa, toprağa bırakılan o çekirdek veya tohum asla beklenen ürünü vermez.
Çiftçinin ya da ziraatçinin tecrübeleri ve uygulamaları esnasında elde ettiği ilmin kaynağı ve esası Rabdir. Çekirdeğin, tohumun, havanın, suyun, güneşin Rabbi... Aynı şekilde çalışan elin, gözlemleyen gözün, şefkatli gönlün Rabbi...
Bütün bunların üstünde ise “ümit” var...
Bol ve temiz ürün elde etme ümidi...
Geçmişte ve günümüzde birtakım insanlar, ümidi ve imani ilmi temelinden saptırarak kendi zanlarınca birtakım zaruri sonuçlara bağladılar. Gerçekte onlar hakikatin etrafında dolaşmakta ama ona asla ulaşamamaktadırlar.
Çünkü ümit gayb’dır... Gayb ise yalnızca Allah’ın kudret ve tasarrufundadır.
İlim konusunda, dünyevi ilimleri ve özelliklerini mutlaka anlatacak olsaydım, dini ilimleri anlatmadan geçmezdim. Çünkü dini ilimler anlatılmaya daha layıktır. Kaldı ki, dini ilimleri anlatmak da ilim öğretme ve öğrenmenin bir çeşididir. Bazen zındıklığın amaçlandığı, yıkımın hedeflendiği ve dini ilmin ifsadı niyetiyle öğrendiği durum bunun dışında kalır... Bunda ise pek çok tehlike vardır. Allah’ın Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:
“Ümmetim hakkında en çok endişe ettiğim şey, çok bilmiş her münafıktır.”
Hadis-i şerîfe, temiz ve iffetli söze dönüyoruz:
“Hiç kuşkusuz ilim öğrenmek farzdır.”
İlmin farz oluşuna ilişkin pek çok özendirici faktör vardır. “Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır...”
“Kolaylaştırır” sözcüğünde duralım.
Hadis-i şerîfte buyurulmaktadır ki:
“Cennet gönle hoş gelmeyen şeylerle çevrilidir.”
Öyleyse cennet yolu zorlu ve çetindir. Cennet’in etrafı meşakkat, yorgunluk ve bıkkınlıklarla kuşatılmıştır. Cennet yolcusu pek çok yanılmalara, yanlışlara, tökezlemelere düçar olacaktır.
İnsan nefsini tahrik eden şehvet çukurları, keyfi arzuların zirveleri, şehvet dikenleri ve tırmıkları... Ter, gözyaşı, mücadele, savaş ve sabır...
Bunların hepsi ilmin kaynağına sımsıkı bağlanmış ilim öğrencisinin önünde kolaylaşmaktadır. Niçin?
Çünkü ilim öğrencisi, engeller karşısında ancak apaçık bir delille hareket ederek bütün engelleri hiçbir zorluk ve sıkıntı duymadan aşmaktadır. Asla şaşkınlığa düşüp yolunu kaybetmemekte, yolda tıkanıp kalmamakta ve tereddüt etmemektedir.
İlim öğrencisinin karşılaştığı kolaylığın ilki ve en büyüğü, meleklerin kanatlarıdır.
Bu kanatlar ilim öğrencisi için yere iner ve son derece şefkat ve yumuşaklıkla onu üzerine alır. Sonra, engellerin üstüne yükselip adeta engellerle alay ederek, onlara aldırmadan geçip gitmesi için meleklerin kanatları ilim öğrencisini kaldırır, yükseklere çıkarır.
Meleklerin kanatlarında manevi dereceler kateden ilim öğrencisi dünya hayâtının ağırlıklarından hafiflediğini, yeryüzünün kir ve pisliklerinden gönlünün ve vicdanının temizlendiğini hisseder.
Vicdanında hoşnutluk nağmeleri ve mutluluk melodileri ses verir. Yüzünde derin bir neşe belirir.
Sonra bütün bunlar yola devam etme azmi ve kararlılığı biçiminde davranışlarına akseder.
Bu durum gerçekte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haber verdiğinden başka bir şey değildir:
“Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.”
Denizlerin karanlık mağaralarında ve yoğun su katmanları altında yaşayan balıklara varıncaya kadar tüm canlılar ilim öğrenen kimse için sürekli mağfiret diliyorlar. Mağfiret dilekleri su katmanlarını yarıyor, nihayet suyun yüzeyine çıkıyor ve bir ahenk içinde diğer dualara katılıyor.
Sevgili gençler...
İlim öğrencisinden bütün dünya razı ve hoşnuttur.
Aileden başlayıp tüm canlılara varıncaya kadar bütün dünya...
Makam ve onur bakımından ilim öğrencisinin sahip olduğu fazilet ve üstünlüğe denk hiçbir fazilet ve üstünlük yoktur... İbadetle meşgul olan (âbid) kimse Allah katında ve insanlar nezdinde yüksek bir derecede olduktan sonra, ilmiyle amel eden alim de, elbette daha yüksek bir makamda ve daha ulvi bir mertebede olacaktır.
Alimin âbid kimseye olan üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.
Dolunayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar parlak bir biçimde ortaya çıkarlar ve etrafa ışık saçarlar. Hatta ışığı cılız en uzaktaki yıldız bile belirginleşir, göze gelir. Ama ay ortaya çıkıp dolunay halini aldığında o yıldızlar tutulur, gizlenir ve tevazu gösterirler.
Alim ile âbid arasındaki fark işte böyledir!!..
“Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”
Büyük bir miras, ağır bir sorumluluk, zor bir emanet...
Kime bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edip kıymetini bilerek, gereğini yerine getirmiş ise muhakkak o dosdoğru bir yola (sırat-ı müstakim’e) iletilmiştir. Kime de bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edemeyerek kıymetini bilmeyerek, gereğini yerine getirmemiş ise muhakkak onun ameli boşa gitmiştir. Ve kime de bu miras verilmemiş ve o da bunları elde etmek için gayret göstermemiş ise muhakkak o dünyasını ve ahiretini ziyan etmiştir.
Sevgili gençler...
Göz ve kalplerimizden cehalet örtülerini kaldırmaya ve ardından hayât yolculuğunu sürekli olarak başkalarının ardısıra giden ve onlara uyan kuyruk insanlar olarak değil; onurlu önderler olarak sürdürmek için bu mirası elde etmeye ve ona olan güveni yeniden sağlamaya ne kadar muhtacız.
Aklıma konuyla alakalı çok güzel bir hikaye geliyor.
Rivayetlere göre;
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ebû Zerr (r.a.), bir gün Medine’nin çarşılarını dolaşıyordu. İnsanları kargaşalı bir halde gördü. Dünya hayâtı onları iyiden iyiye meşgul etmiş, hayât meşgalesi onlara egemen olmuş, akıl ve duygularını esir almıştı.
Ebû Zerr (r.a.), dünya hayâtının müslümanları bu derece meşgul etmesinden endişeye kapıldı. İnsanlara seslendi:
–İnsanlar! Şimdi mescidde Muhammed’in mirası dağıtılırken siz mal ve ticarete kendinizi kaptırmış ne yapıyorsunuz?!
Bu söz üzerine insanlar derhal mescide koşuştular.
Ancak mescidde rukü ve secde eden, ibadet edenlerle birlikte, ilim öğreten alim ve ilim öğrenen öğrenciler ve fıkıh öğreten fakîh ve fıkıh öğrenen öğrencilerden başka bir şey göremediler. Derhal homurdana homurdana geldikleri gibi ökçeleri üzere geri döndüler. Ebû Zerr’e (r.a.):
–Mescidde, söylediğinden bir şey göremedik?! dediler. Ebû Zerr (r.a.):
–Muhammed’in mirası işte odur, cevabını verdi.
Bu bir hatırlatma ve öğüttü.
Sevgili gençler...
Ben de size ve kendime bu mirası hatırlatıyor ve onu öğütlüyorum. Zira hatırlatma ve öğüt, Allah’a inanan (mü’min) insanlara fayda verir.
[1] Alak, (96): 1
Namaz ve Ruh Temizliği
Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:
“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:
–Ne dersiniz; birinizin kapısının önünden bir nehir aksa, günde beş defa o nehirden yıkansa, onda kirden eser kalır mı?!
Sahabîler:
–Hayır, onda kirden eser kalmaz, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder, buyurdu.”
Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce
Bir nehir!
Açılıp kapatılan bir musluk değil. Bir su deposu da değil dolan ve boşalan.
Bilakis gürül gürül akan, suyu berrak ve hoş bir nehir. Suyunda bir bulanıklık ya da renk yok, tad ve kokusunda da bir bozulma söz konusu değil. Sürekli veren, daima cömert.
Herhangi birimizin kapısı önünden bir nehir aksa, temizlenmek maksadıyla günde beş sefer içine girip yıkansa, o kimsenin üzerinde hiç kir kalır mı?!
Hayır...
Allah’ın Resûlü Muhammed’in (s.a.v.) , huzurunda kendisini dinleyen sahâbeye yönelttiği soruya sahâbe hiç düşünmeden cevap verdi:
–Hayır, onda kirden eser kalmaz..
Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder” buyurdu.
Hz Peygamber’in bir başka hadisinde buyurduğu gibi: “Temizlik imandandır.”
Bazı yönlerden ve alakalı olduğu konular bakımından farklı olsalar da bu iki hadis birbirine çok benzemektedir.
İman, kalbe bağlı ince manevi bir duygudur. Temizlik ise maddi bir dış görünümdür. Aralarında nasıl bir bağı, benzerlik ve uyum olabilir?!
İman, -Hz. Peygamber’in haber verdiği üzere- kalbe yerleşip de amelin kendisini tasdik ettiği şeydir.
Bu açıdan temizlik; imanın bir göstergesidir. İmanı haber verir, onu işaret eder ve onu çağrıştırır.
Sevgili gençler...
Birey ve toplum hayâtında İslam gibi maneviyat ile maddiyatı birbirine bağlayan bir başka din asla bulamazsınız.
Bunlar bir anda akla gelen ve kalemin pervasızca satıra döktüğü düşüncelerdir. Arzetmekte olduğum hadisle olan yakınlık, ilişki ve uyumundan dolayı bu düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Hadis-i şerîfe dönüyoruz...
Hadisin içimize fısıldadığı düşüncelerden biri de şudur:
Nehir suyunun kesintisiz bir şekilde akışının sürüp gitmesi ve insanın o suya girip yıkanması gibi, namaz kılmaya da ara vermeksizin devam etmek.
“Nehir” sözcüğü, zihnin düşünce ve hayâl dünyasında bir görüntü meydana getirmektedir. Nehir sözcüğünün zihinde bıraktığı bu görüntü aralıksız bir akıntıdır. Nehir sözcüğü telaffuz edilir edilmez zihne bu görüntü âdeta nakşoluyor.
Akıp gitmekte olan su, kimi zaman bir kayaya çarpabilir kimi zaman da bir çukur onu kolları arasına alabilir. Ancak çok geçmeden su, önüne çıkan bu engelleri süratle aşar. Yolunu kesen engeller karşısında gök gibi gürleyerek, aslan gibi kükreyerek direnir ve meydan okur. Daha sonra suyun, ardında köpük bırakarak zafer marşlarını andıran kendine has sesiyle şırıl şırıl akıp gittiğini görürsün.
Yaşam şartları, suyun kenarında veya civarında oturan insanı yaptığı işin durumuna göre, suyu kullanarak hayâtın kirlerinden temizlenmeye mecbur ediyor. Suyun kenarında veya civarında oturan insan, su aramadığı gibi aramak için herhangi bir gayret de göstermez. Zira su hemen onun yakınında, görme ve duyma alanlarının sınırları içindedir; suyun akışını görmekte ve şırıltısını işitmektedir. Kendisi hiçbir zahmet ve gayret göstermediği halde bu su onun istifadesine sunulmuştur. Temizlenmek için aralıksız olarak suya gelir temizlenir. Nehir suyunun kesintisiz olarak akışının sürüp gitmesine benzer bir şekilde o insanın da maddi temizliği sürer gider...
Temizlik sadece dış görüntüyle olmaz, sadece bedenle sınırlı kalmaz. Çünkü insan, beden ve ruhtan meydana gelmektedir.
Örneğin: Sabah namazını kılıp da işine giden insan... Kendisini geçim mücadelesinin ortasına atacak, menfaat ve kazancının peşinden koşacak, böylece nefsi tahrik edici ağlarada takılacaktır. Bu insan kaçınılmaz olarak keyfi arzularının (heva) etkisinde kalarak –bir sınıra kadar– şehevi arzuları ve çıkar peşinde sürüklenecektir. Bu durumdaki bir insan kendisine bulaşan kir ve pisliklerden ruhunu ve gönlünü nasıl arındırıp temizleyecektir?!
Bu kişi nasıl davranmalı ki, kalın bir tabaka halini almış yoğun günah kiri katmanından, kalpleri kapkara kesilmiş insanlardan da olmasın. Bunun için hemen öğle namazına koşar. Allah’ın huzurunda kıyam durarak farzı eda eder. Kendini hesaba çeker; günahını hatırlayarak Allah’tan kendini bağışlamasını niyaz eder.
Hiç şüphesiz o, bu davranışıyla, suyu berrak ve temiz olan bir nehirde yıkanan insan gibidir.
Yıkanıyor da yıkanıyor... Beş kez... Ardından gecenin karanlığı gelip onu bürüyor, kendini uykunun kollarına bırakıyor... Bu esnada hiçbir yanlış davranışta bulunmuyor, kendisine hiçbir kir bulaşmıyor. Çünkü uyuyan insan, ölü gibidir.
Sonra yaşama yeniden dönüyor...
Sevgili gençler...
Gerçekte namaz, sınırlı dakikalar içerisinde Allah’a yapılmış bir yolculuktur. İftitah tekbiri’nden selâm’a, ayaktaki başlangıcından oturarak namaz bitimine kadar yerin ve evrenin maddiliğinden kopmadır, madde ile ilişki ve bağların kesilmesidir.
Namazdaki her söz, her hareket ve tabii her görüntü bir yükseliş ve yüceliş; hem de yücelere yükseliştir. Ayrıca sürekli bir temizlenme ve devamlı bir arınmadır.
Kıyam, rüku, secde ve “Allah-u Ekber” sözüyle başlama arasındaki bağlantının anlamını kavraman gerekmez mi?!
Sevgili gençler...
Keşke bu anlamı yaşayabilseydik... O takdirde gözlerimizde ve duyularımızda varlık küçülecek ve bütün genişliğine rağmen dünya gözbebeğimizde ve vicdanımızda ufacık olacaktır.
“Allah-u ekber” sözü bizi tüm keyfi arzu ve dürtülerinden, her türlü dünyevi dalalet ve sapıklıktan kurtarır. Böylece Allah’ın huzurunda duruşumuz temiz ve saf bir kıyam halini alır.
Bu söz, namazın rüku, secde ve kıyam olarak bir bölümünden diğer bir bölümüne geçiş anında, içinde ve üzerinde bulunduğumuz gerçekleri bize hatırlatır. Hem de, saf mü’min gönle pek çok hakikatler, anlamlar ve ibretler fısıldayıp ilham ederek ve onu devamlı kesintisiz bir canlılık ve sınırsız bir güçle donatıp besleyerek.
Yeryüzünün farklı ülkelerinden milyarlarca müslüman kardeşinle aynı kıbleye yönelişteki birliğin anlamını kavraman gerekmez mi?!
Nitelikte, görünüşte ve yönde... Sözde, eylemde ve harekette birlik...
Buradaki kardeşliğin anlamını, daha da geniş bir şekilde kavraman gerekmez mi?!
Son olarak...
Söze daha fazla devam edemeyeceğiz. Zira namaz konusu bu sayfalara sığacak gibi değil. Kaldı ki daha fazla devam edersek konu dışına çıkma endişesi de söz konusu...
Yoksa namaz hakkında çok söz söylenebilir.
Bu seferlik, namazın sadece manevi temizlik boyutundan, yaşamın ve dünyanın kirlerinden sürekli bir temizliğin kaçınılmazlığından bahsetmekle yetiniyoruz.
/SIZE]