E
esmanur
Misafir
Bir başkadır bizim dünyamızda Ramazan ve oruç. O, gelirken yolu gözlenen nazlı bir misafir gibi gelir; giderken de —bayramlar muvakkaten sînelerimizi serinletebilir— içimize bir gurub burukluğu salar öyle gider. Ramazan, bizim dünyamızda o kadar sıcak, o kadar candan ve o kadar bizimle uyuşmuştur ki, onu her misafir edişimizde, bin seneden beri gele-gide, millî töre, millî kültür ve millî karakterimizle kaynaşmış, bütünleşmiş, bizimle içli-dışlı olmuş bir kardeşle, bir arkadaşla karşılaşıyor gibi oluruz.
Millet olarak hemen her Ramazanda, kendimize ait bir derinliği yeniden keşfediyor olmanın sevinç ve inşirahıyla âdeta bir milat yaşar; hayata baştan başlar ve Ramazanı, özündeki ruh ve mânâ itibarıyla tam kavrayabilmişsek gençleşir, dinçleşir ve Hakk’a kulluğa bir kere daha “vira bismillâh” deriz.
Ramazanda bizim dünyamız, onu sahiplenen talihli insanların çehrelerinden mâbetlerin nûrefşân harîmlerine, minarelerdeki pırıl pırıl mahyalardan bizi gökler ve gökler ötesi ziyâ kaynaklarına bağlayan gönüllerimizdeki aydınlığa kadar her şeyiyle âdeta bir renk ve ışık ülkesidir. Hele mübarek gün ve gecelerde bu ziyâ ve renk diyarı, öyle büyülü bir hâl alır ve ülfetle bütün bütün kör olmamış gözlere öyle şehrâyinler öyle şehrâyinler gösterir! Bu dünyada, günün hemen her saatinde, farklı bir mânâ ile ışıldayan yuvalarımızdan, inanan sakinleri sayesinde daha çok cami revaklarını andıran çarşı-pazarlarımıza, her biri birer mâbet koridoru gibi sırlı ve derin sokaklarımızdan tesbih ve tehlillerle inleyen ibadethanelerimize, mâbetlerdeki his ve heyecan tufanından mü’minlerin o sarmaş-dolaş hâllerine kadar hemen her şeyde, insan âdeta ötelerin güzelliklerini temâşâ ediyor ve firdevsî mûsıkîler dinliyor gibi olur.
Dinin gönüllerde kendini tam hissettirmesi; hayatın iman, mârifet, muhabbet ve rûhanî zevklere bağlı sürdürülmesi bu mûsıkînin temel unsurlarıdır. Hayatlarını bu unsurlarla mânâlandırabilenler, kendilerini öyle bir zevk u şevk zemzemesi içinde bulurlar ki, dahasını tasavvur etmek mümkün değildir. İsterseniz siz buna, yürekten Hakk’a yönelen kimselere, O’nun tarafından bahşedilmiş avans ya da inanmanın özündeki Cennet çekirdeğinin bir tür duyulup hissedilmesi de diyebilirsiniz.. asıl elemsiz lezzet ve mütemadî hazza gelince, onların yeri burası değildir; onlar kalb selâmetiyle son durağa ulaşmış ruhlara, Allah’ın sürprizleri olarak sunulacaktır.
Ramazanda ve hele bizim ülkemizdeki Ramazanlarda, inanmış sînelerden kopup gelen, mâbetlerde yankılanıp sokak, çarşı-pazar her tarafa ulaşan tekbirler, tehliller, temcitler, gönülleri öylesine rikkate getirir, öylesine yumuşatır ve onları öylesine bütünleştirir ki; kaderin bu talihli bendeleri sayesinde herkes, âdeta ülkenin bir baştan bir başa pek çok köşesi, maksûresi, mahfili bulunan büyük bir mâbede dönüştüğünü, genç-ihtiyar, kadın-erkek, köylü-kentli bütün insanımızın da bu geniş caminin cemaati hâline geldiğini sanır. Öyle ki o, bu engin mülâhazalarla sıçrayıp bir adım daha atıverse, bütün yeryüzünü bir mescit, Kâbe’yi bir mihrap, Ravza’yı bir minber ve umum ehl-i kıbleyi de bu geniş mâbedin cemaati gibi tasavvur ederek, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın arkasında namaz kılıyor olmanın zevkini duyabilir.
İşte her şeyin bu ölçüde zaman ve mekânüstü bir derinliğe ulaştığı ve her anın ayrı bir “eşref saat” seviyesine yükseldiği Ramazan ve ondaki bütün dakikalar; hususiyle Rabb’e yürüme ve yükselme rıhtımları, rampaları sayılan sahur, iftar ve teravih vakitlerinde her hareket ve davranış öyle büyülü bir hâl alır ki; âdeta gökler ve gökler ötesi âlemlerin ışıkları, sesleri başımıza dökülüyor gibi olur ve bize kendi tesbih, tehlil ve hamd ü senâlarımız içinde, annelerimizin yüreklerinden kopup gelen ninniler kadar içli ve sıcak, meleklerin tazim ve tebcilleri kadar da derin ve mehîp mülâhazalardan ne büyülü mazmunlar fısıldar..!
Dünyada bizim Ramazanlarımız kadar -şimdilerde biraz hüzünlü, biraz buğulu olsa da- füsunlu, derin ve geceleri ayrı bir şölen, gündüzleri de ayrı bir şölen olanını hiç görmedim ve göreceğime de ihtimal vermiyorum. Bizim Ramazanlarımız -semavî özü mahfuz- örf ve âdetlerimizden aldığı farklı renk, farklı desen ve farklı ışıklarıyla, yirmi dört saatimize kendi boyasını çalar, bize kendi şivesini meşk ettirir ve saygıyla harîmine girenlere günün her saatinde ayrı bir gök davetiyesi sunar.. ve hele tamamen Ramazanlaşanlar için o, öyle büyülü bir edaya bürünür ve öylesine uhrevîleşir ki, onun bu sihriyle büyülenmiş kıvamında bazı ruhlar, kendilerini “yemez-içmez, göz açıp kapayıncaya kadar olsun Yaradan’a muhalefet etmez” çerçevesiyle ifade edeceğimiz semâvîler arasında sanırlar. Gerçekten de onların üzerlerinden zaman geçer mi-geçmez mi o ayrı bir konu; ama bu talihlilerin kendilerinden geçip hayret yaşadıkları açıktır…
Her zaman ve herkes için olmasa da, bizim dünyamızdaki bu derin Ramazanlarda, köylerin-kentlerin sınırları bütünüyle silinir gider, topyekün ülke büyük bir mâbedin veya geniş müştemilatlı kompleksin muhtelif hicirleri, maksûreleri, mahfilleri ve sofalarıymışçasına bir bütünlük arz eder; arz eder de kendimizi ülke çapındaki büyük bir cemaatin safları arasında sanır; onların soluklarını duyar gibi olur.. onlarla aynı şeyleri mırıldanır.. aynı havaya dem tutar.. aynı his tufanını yaşar.. ve hayallerimizin vüs’ati ölçüsünde bazen ta “Mele-i A’lâ”da göklerin sırlarına açık ruhlarla saf birliğine erer; hem öyle bir erer ki, bir hamle daha yapıp sıçradığımızda, ebedî hayatın “hay-hûy”unu duyacakmış gibi oluruz.
Ramazanı, tam Ramazanlaşıp kendi derinliğiyle duyabildiğimiz ölçüde, bütün benliğimizi bir yumuşaklık, bir sıcaklık sarar.. her yanımızda tatlı tatlı duygu meltemleri esmeye başlar.. ve o, aşina olduğumuz bir nefes gibi bize aşk u vuslattan neler neler söyler!
Bizim Ramazanlarımızda, hiçbir zaman tamamen dinmeyen bir uhrevîlik heyecanı çağlar; gecelerin esâtîrî güzelliklerinden, seherlerin sihirli dakikalarına; gündüzlerin Ramazanlaşmış çehrelerinden gurubların rü’yet yamaçlarını hatırlatan renklerine kadar her an ayrı bir duygu tufanı köpürür durur: Seherler, o kendilerine mahsus büyülü ve mahrem edalarıyla bizlere, arzu ve ihtiyaçlarımızın yerine getirileceği koyları gösterir.. ve oralara ulaşma yollarını fısıldar. Gündüzler, hemen her zaman canlı, fakat yumuşaklardan yumuşak, bir hayli sesli, ama sımsıcak bir esintiyle gelir, bizi kucaklar, en az günde beş defa namaz ve niyazdan fışkıran bir lezzetle kendilerini hissettirir, sonra da gurubun tüllenen renkleri arasında henüz bitmemiş bir faslı, daha sonra gelip tamamlama vadiyle son gülücüklerini başımıza boşaltır öyle giderler. Akşamlar, her zaman bir şölen ihtişamıyla ufukta belirir, hem beden hem de ruhlarımıza ait iç içe işlerle alâkalı bir sürü telaşla kendilerini duyurur, her yanımızı iftar ve teravih heyecanıyla sarar, bize gizli bir âlemin kapısının önünde bulunduğumuzu ihsas eder, gönüllerimize aşk kıvılcımlarının yanında vuslat heyecanları da üfler ve ruhlarımıza mü’mince yaşamanın bütün zevklerini duyururlar. Geceler, bir sessizlik büyüsüyle ufkumuzu tutar, bize Yâr’la halvet olma duygusunu fısıldar, aşkın yaşama yollarını gösterir ve duyabilenler için Cennet nağmelerinden besteler sunarlar. Bizler her zaman, gecelerin ne dediklerini anlamasak da, onlar hep bir şeyler söylemeye devam ederler. Bu sözler, bazen halka halka birbirine eklenerek öyle edalara ulaşır ki, bütün bütün kör ve sağır olmayanlar, bu harfsiz ve kelimesiz hutbeler karşısında dillerini tutar, hayret murâkabesine dalarlar.
Bizim hislerimiz, bizim düşüncelerimiz Ramazana bağlı olarak değişip derinleştiği gibi, Ramazan da, bizim hülyalarımız ve bizim tasavvurlarımızla farklı mânâlara, farklı muhtevalara ulaşır ve hislerimizin, fikirlerimizin derinliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) o kadar beliğ şeyler söyler ki, onun îrad ettiği o muttasıl hitabeleri, hiçbir hatip, hiçbir edip, hiçbir mütefekkir ve hiçbir filozofun eserinde görmek mümkün değildir. Ne var ki, onun bu derin ve muhtevalı sözlerindeki inceliği kavramak için de İslâm’ın dilini anlamaya ihtiyaç vardır. Bu dili tam anlayabildiğimiz takdirde Ramazan, gecesiyle-gündüzüyle, orucuyla-teravihiyle o kadar gönüllerimize nüfuz eder ve benliğimize işler ki, ruhumuz ondaki derûnî sesleri-solukları, minarelerden yükselen ezan ve temcitler gibi duymaya başlar; başlar da artık his, şuur ve hülyalarımızdan örülmüş böyle bir dünyadan ayrılmayı asla düşünmeyiz.
Şimdilerde, doğrudan doğruya böyle bir Ramazanın aydınlık ikliminden mahrum bulunsam da, pırıl pırıl ışıklarıyla âdeta gökyüzünü andıran cami çevrelerini, Ramazana hoş-âmedî etme mânâsında, minarelerde mahyalaşan mü’min duygularını, mâbetleri tıklım tıklım dolduran mü’minlerin nûrefşân simalarını, samimane gürleyen sînelerini, heyecanla atan nabızlarını tahayyül edebiliyorum. Ramazanlaşan insanların güvenle tüllenen çehrelerini, kimseden esirgemedikleri o sımsıcak bakışlarını, çevrelerine yağdırıp geçtikleri tebessümlerini, herkese açık ve sıcak tuttukları gönüllerini, iyilik hislerini, mü’mince tavırlarını hayalimde canlandırıp onların duygularını paylaşabiliyorum.. bin seneden beri devam edegelen inanç, anlayış, duygu, düşünce ve telâkkilerimizden süzülüp; örf, âdet ve törelerimizin potasında yoğrula yoğrula bugünkü kıvamına ulaşmış kültür zenginliklerimizin temsil edildiğini görür gibi oluyor ve kendimi rahatlıkla bir sahur misafiri, bir iftar davetlisi gibi düşünebiliyorum.. derin bir ibadet neşvesi içinde camiye giden dırahşan çehreleri, şadırvanların başında uhrevîliğe hazırlanan o heyecanlı ruhların “hay-hûy”larını ve kullukla iki büklüm olmuş bu tertemiz insanların niyetlerini sezebiliyorum.. evet, Türkiye’de Ramazanlaşan herkesi ve her şeyi, kendine has şivesi, kendine has üslubuyla tasavvur edebiliyor ve tamamen uhrevîleşen o atmosferi bütün zenginlikleriyle duyabiliyorum..
İsteyen Ramazanda dahi kinle-nefretle oturup kalksın, isteyen iman ve İslâm gerçeği karşısında bulantılar yaşasın, isteyen ışığa lânetler yağdırsın, isteyen sevgiye, diyaloga, hoşgörüye savaş ilan etsin, Ramazan bütün ışığı ve bütün büyüsüyle bize kendi sesinden, millî törelerimizi, mânevî zenginliklerimizi duyurmakta; duyurup aç gönüllerimizi en bereketli semavî sofralarla doyurmakta, en karanlık ruhlara karşı dahi hep açık durmakta ve gölgesiyle kinlerimizi, nefretlerimizi eriterek ruhlarımızı uhrevî esintilerle serinletmeye devam etmektedir. Şu anda bir baştan bir başa bütün ülkede sadece o, kalıcı bir şeyler konuşuyor ve herkes onu dinlemeye koşuyor. Mâbetler onu terennüm eden bülbül sesleri ve bu seslerin meftunu heyecanlı gönüllerle dolup taşıyor. Kubbelere çarpıp akisler yapan ve minarelerden taşıp ta gök kubbeye ulaşan bin senelik sesimiz-soluğumuz bir kere daha arzdan semaya yeni bir sağanak töresi peşinde. Biz, Ramazanı bütün benliğimizle duymaya çalışıyoruz; o da bize, en içli, en duygulu, en derin anlarıyla kâse kâse sevgi, alâka ve heyecan ikram ediyor.. gönül açlığımıza salkım salkım ümit ve emeller sunarak bütün mağmum yüzleri güldürüyor.
Bu itibarla da, Ramazanın bizi terk etmesini hiç istemiyoruz; biz istemiyoruz ama, bir bir gelen her şeyin sırası gelince bir bir gittiği gibi, o da aramıza sevindiren bir konuk olarak gelip bir müddet kaldıktan sonra, bir misafir gibi de ayrılıp gidiyor.. ve ardından da bu muhteşem ayın bütün vâridâtına vâris-i has olarak bayram geliyor…