elma şekeri
Daimi Üye
Çocukken masal dinlediniz mi? Hatırlıyor musunuz size anlatılan masalları? Birkaç örnek verebilir misiniz?
Hemen bakalım birkaç tanesine: Pamuk Prenses; Rapunzel; Uyuyan Güzel; Cinderalla, Külkedisi masalını ve başka bir takım masalları halen hatırlıyorsunuzdur. Masallara şöyle bir baktığımızda, masallardaki genel genç kız rolünün hep korunmaya muhtaç, güzel, sevimli, kendi başına ayakları üzerinde duramayan, kader ne getirirse, onu yaşayan; masalın sonunda da hep yakışıklı, güçlü ve zengin erkek tarafından kurtarılıp, kurtarıcısı güçlü, kuvvetli erkekle (beyaz atlı prens) evlenip sonsuza kadar mutlu ve korunmalı yaşayan bir kadın model olduğunu görürüz. Masallarda genellikle ataerkil toplum düzeninin devamını sağlayan veriler vardır. Anlatılan hikayelerde kadının ve erkeğin rolleri belirlenmiştir. Kadın evin içinde, erkek ise evin dışındadır. Kadın geleceğini ancak bir erkek sayesinde kurtarır. Kadınlar masallarda hep evin içindedirler. Ev içinde de kendilerini güvende hissedebilmeleri için hep bir erkeğin himayesinde olmalıdırlar. Yoksa kötüler ona zarar verir. Evin dışı ise bir sürü tehlike ile doludur. Örneğin Pamuk Prenses ormandaki tehlikelerden uzaklaşabilmek için, - fazla erkeksi özellikler taşımasalar da, yine de erkek cinsiyetinden olan – yedi cücelerin evine sığınır. Erkek egemen kültür tarafından emniyetli olan evin içine kapatılan kadın, dış dünyada var olmaya kalktığında bir takım sınırlamalar ile karşılaşır. Bu sınırlar kadına, kendi cinsel kimliği ile dış dünyada yeterince rahat hareket edemeyişinden kaynaklanan savunma mekanizmaları geliştirme zorunluluğu getirir. Geliştirilen savunma mekanizmaları kadının dış dünyadaki varlığını ancak erkekleşmesi ile mümkün kılar. İşte bu nedenle bazı masallarda da – özellikle doğu masallarında – kadınlar evin dışına çıktıklarında oluşabilecek tehlikelerden erkek kılığına girerek kurtulurlar. Masal kadını kendini dış dünyada meşrulaştırabilmek ve serbest dolaşım hakkı elde edebilmek için bu yola başvurmuş, namus ve iffeti üzerinde, erkeğin oluşturduğu tehditten kendini ancak bu şekilde koruyabilmiştir. Ne var ki, kadın söz konusu erkeksileşmeyi, amacına ulaşarak ev içine tekrar dönüğünde sürdürmez. Kadın, erkeğinin yanında ev içine girip “esas kadın” olduğunda, dış dünyadaki erkeksi davranışlarını terk eder; kadın kimliğinin kendisine yüklediği tüm sorumlulukları yerine getirir. Temizler, pişirir, bakar, gözetir. Bir kızın, ev dışında kendi cinsiyetiyle var olabilmesiyse yaşlı “evde kalmış” ve çirkin olmasına bağlıdır.
Ya masallardaki güçlü kadınlar? Onlar hep cadıdır, kötü annedir. Sevimsizdir, çirkindir, hırçındır, mutsuz ve yalnızdır. Masalın sonunda hep kaybederler.
Güç kadını çirkinleştirmektedir masallarda.
Çocukların bir kısmı bu masallarla büyürken, büyük bir kısmı da televizyondaki bir çikolata reklamında evcilik oynayan bir kız bir erkek çocuğun “Bu akşam ne pişirdin?” “Bugün bir şey yapamadım, dışarıdan getirttim” diyalogunu seyrederek, model alarak büyümektedirler.
Haydi biraz da reklamlara bakalım:
Kadın bir dekordur, erkeğe bağımlıdır, ev kadınıdır, annedir, güzelliği kullanılmaktadır, rahat ve konfora düşkündür.
Reklamlarda iki tür kadın tanımı verilmektedir:
Birincisi yalnız, kentli ve seksi kadın Bunlar parfüm reklamlarında, kozmetik ürünlerinde ve moda konusunda kullanılır.
Ama dantel iplikleri ya da yağ reklamlarındaki kadın geleneksel rolün kadınıdır: Evli, aile içindeki kadındır. Ya da koca bekleyen kızdır: Eşarp reklamları ya da hijyenik kadın bağı reklamları genç kızlara dönük imajlar kullanır.
Ev kadını en çok deterjan reklamlarında ve bizden biri olan bir kimlikte kullanılmaktadır. Hiç bir çarpıcılığı olmayan, sıradan ev kadını, çamaşır konusunda karar vericidir. Evli kadın ailesine yağ ürünlerini sunmakta ve mutlu aile yemekte ev içinde gösterilmektedir.
Yemek sonrası bulaşıkların yıkanması aile de kızı veya anneyi ilgilendirir ve bu kişilere yönelik bir tüketim maddesi olarak lanse edilir deterjanlar. Yani ev kadını seksi değil ama ciddi bir tüketicidir.
Kentli kadını yalnız, özgür, atak ve seksi tanımlayan reklamlar bunun karşısına ev kadınını konumlandırmaktadır.
Kadının işi gücü ev silmektir. Sabun, deterjan gibi ürünlerin reklamlarında kadın, sürekli kendisine bir şeyler öğretilen kişidir. Kadın hiçbir şeyi kendiliğinden akıl edemez reklamlarda. Hep bir öğretici vardır. Öğreticiler de ya yaşı büyük “anne” kadınlar, ya da erkeklerdir.
Reklâmlarda Kadın İmajı:
Kadın 'evinde, elinde tenceresiyle kocasını bekleyen kişi'dir.
Bir deterjan reklâmında, kadına "ev kadını" rolü verilmiş; kadın, temizlik yapmakla eşleştirilmiştir. Kadının başarılı bir "ev kadını" olabilmesinin de, akıllı kadınlar gibi X deterjanı seçmekten geçtiği mesajı verilmektedir.
Ev içindeki kadın, çamaşır yıkayıp, ütü yapan, lavaboları, halıları ovalayıp duran, sürekli yemek yapıp, çocuklarına kurabiye pişiren kadındır. Gerçek olamayacak kadar kusursuzdur. Ona ancak özenilir.
Çalışan kadın ise sadece pahalı parfümlere, pırlantalara ve alışveriş yapmak için kredi kartına ihtiyaç duyar. Sürekli koşuşturur ve yalnızdır. Kendine “özgür”dür. Özenilecek tarafı pek yoktur. Çünkü baştan çıkarıcı ve arzuludur. Bir anlamda ev içindeki kadının düşmanıdır.
Şimdi de dönüp gerçek hayata bakalım:
Kadınlara, çocukluklarından itibaren nasıl bağımsız birey olacakları değil de, nasıl bağımlı kalacakları öğretilir. Kadından beklenen hep “iyi kız çocuğu”, “iyi ve düzenli öğrenci”, “iyi sevgili”, “iyi eş” ve “iyi anne” olmasıdır. Eğer kadın bu rolleri doğru bir şekilde yerine getirirse, babasının, ağabeyinin, eşinin, oğlunun kanatları altında olacak ve hep bakılıp korunacaktır. Bu ödüle layık olmak için kadın hep eksik ve yardıma muhtaç birisi, kendi kendine yetemez gibi algılanarak ve algılatılarak bu öğretilerle büyütülür . Bu öğretiler ile evin içinde olmanın ne kadar güvenli olduğunu öğrenen kadın dışarıda olup bitenlere karşı hem kayıtsız kalmaya hem de o dar alanın dışındaki her şeyden korkmaya başlar. Eve kapandıkça korkar, korktukça eve kapanır. Kısacası kadına büyürken özyeterli olmanın erkek özelliği olduğu öğretilir. Halbuki erkeklere özyeterliliğini veren doğa değil, eğitim ve sosyalleşme sürecidir.
Kadına hep güçlü ve özgür kadınların, kadınlıktan uzaklaşıp sevimsiz ve yalnız kalacakları öğretilir. Bu öğreti ile büyüyen çoğu kadın da evlenir evlenmez, hırslarından ve hayallerinden vazgeçer, hayatla bağlarını koparır. Bakıcı, destekleyici birim olarak başkalarının rüyalarının gerçekleşmesi için kendi isteği ile kendi benliğinden vazgeçer. Karşılığında da korunup gözetileceği, bakılıp sevileceği bir karşılık sistemi ve beklentisi oluşturur.
Tüm bu öğretiler neticesinde kadın bağımsız olmanın ne kadar ürkütücü olduğuna karar verince de, tıpkı bir keseli hayvan gibi, başkalarının korumasında yaşamanın ne kadar huzur ve güven verici olduğunu keşfeder. Zaten bağımsız kadın, kadınlıktan uzaklaşıp sevgisiz, sevimsiz, hırçın olmuyor muydu? Ehh, bu kötü özellikleri seçmek hiç de akılcı olmayacaktır.
Bugün bile bırakın kırsalı, büyük kentlerde kız çocuklarının halen büyük bir kısmı büyünce ne olacakları sorulunca, “gelin” ya da “anne” cevabını vermektedirler.
Kız çocuklar büyürken önce annelerini örnek alırlar. Şöyle bir dönün bakın annenizin çizdiği kadın modeline. Siz ise şimdi muhtemelen bambaşka bir kadın modeli olma yolunda çaba sarf ediyorsunuz.
Haydi biraz da babalara bakalım. Sonrasında da küçük babalar olmaya öykünen ve esas babadan çok daha sert bir koruyucu, kollayıcı, kural koyucu ağabeye bakalım. Kadınlar ülkemizde büyürken sadece anne-babaları tarafından kısıtlanmazlar, bir de çok önemli bir figür ağabey vardır kızın hayatını kısıtlayan.
Babalarınızı kısacık tarif edecek olsanız, nasıl tarif edersiniz? Anlayışlı, destekleyici, özgür bir birey olmanız için size elinde olan her imkanı sunan? Ya da daha mesafeli bir ilişkinizin olduğu bir babanı mı tarif edersiniz? Sizin özgür bir birey olup yaşamınızla ilgili tüm kararlarınızı – gerekli araştırma ve danışmaları yaptıktan sonra – vermenizden aslında çok korkan, bu nedenle de sizinle zaman zaman sert, sert değilse bile mesafeli olan bir babadan mı?
Peki ya ağabeyler? Kaçınızın ağabeyi var bilmiyorum. Kaçınızın ağabeyi ile ilişkisi sağlıklı bilemiyorum. Ama genele baktığımız zaman, ağabey yaşlanmakta olan babanın çok daha şiddetle yerini alan bir kontrol mekanizmasıdır bizim kültürümüzde. Babanızı yumuşatabilseniz bile, ağabeyinizi yumuşatabilir misiniz? Ağabeyinizin yanlış bulduğu bir durumu, örneğin çalışmayı, onun isteği hilafına gerçekleştirebilir misiniz? Bırakın sizin isteklerinizi, acaba anneniz ağabeyinizin üstünde sizinle ilgili konularda yeterince söz sahibi midir?
Bilemiyorum, içinizden kaçınız babanızdan ya da ağabeyinizden çekinmek yerine onları çok sever ve onlarla harika bir ilişki içindesinizdir?
Tüm bu örneklere baktığımızda, kadının neden çalışmak istemediğini son derece net olarak görüyoruz. İşin “kolayı ve güvenlisi” varken neden “zoru ve güvensizi” seçsin ki kadın? O kadar çok durum, kurum ve kişiyle mücadele etmeli ki. Önce ailesiyle, sonra sosyal çevresiyle, sonrasında iş hayatındakilerle ve en zoru, önemlisi de kendisiyle. Bu yaşa kadar hep güvenli bir şekilde evde başkalarının himayesinde yaşayabileceğini öğrenen bu genç kadın, dışarısının bir sürü tehlike ile dolu olduğuna ikna olmuştur. Önüne bak, doğru otur, öyle gülme, ağır ol, kendini koru komutları almadan büyümüş kaç kız çocuğu vardır acaba? Tüm bu korkunç tehlikeler ile dolu dünyada kadın niye çalışsın ki?
Halbuki doğa kadına müthiş bir üretme becerisi vermiştir: üreme, doğurma. Kadının üretkenliğinin sadece doğurmakla sınırlı kalması ne büyük kayıp. Doğanın verdiği bu ve diğer birçok müthiş beceriyi kendisi, ailesi, yakın çevresi, ülkesi ve insanlık adına o kadar farklı alanlarda kullanabilir ki. Kadının önce kendi becerilerinin, doğanın verdiği hediyelerin farkına varması lazım.
Hemen bakalım birkaç tanesine: Pamuk Prenses; Rapunzel; Uyuyan Güzel; Cinderalla, Külkedisi masalını ve başka bir takım masalları halen hatırlıyorsunuzdur. Masallara şöyle bir baktığımızda, masallardaki genel genç kız rolünün hep korunmaya muhtaç, güzel, sevimli, kendi başına ayakları üzerinde duramayan, kader ne getirirse, onu yaşayan; masalın sonunda da hep yakışıklı, güçlü ve zengin erkek tarafından kurtarılıp, kurtarıcısı güçlü, kuvvetli erkekle (beyaz atlı prens) evlenip sonsuza kadar mutlu ve korunmalı yaşayan bir kadın model olduğunu görürüz. Masallarda genellikle ataerkil toplum düzeninin devamını sağlayan veriler vardır. Anlatılan hikayelerde kadının ve erkeğin rolleri belirlenmiştir. Kadın evin içinde, erkek ise evin dışındadır. Kadın geleceğini ancak bir erkek sayesinde kurtarır. Kadınlar masallarda hep evin içindedirler. Ev içinde de kendilerini güvende hissedebilmeleri için hep bir erkeğin himayesinde olmalıdırlar. Yoksa kötüler ona zarar verir. Evin dışı ise bir sürü tehlike ile doludur. Örneğin Pamuk Prenses ormandaki tehlikelerden uzaklaşabilmek için, - fazla erkeksi özellikler taşımasalar da, yine de erkek cinsiyetinden olan – yedi cücelerin evine sığınır. Erkek egemen kültür tarafından emniyetli olan evin içine kapatılan kadın, dış dünyada var olmaya kalktığında bir takım sınırlamalar ile karşılaşır. Bu sınırlar kadına, kendi cinsel kimliği ile dış dünyada yeterince rahat hareket edemeyişinden kaynaklanan savunma mekanizmaları geliştirme zorunluluğu getirir. Geliştirilen savunma mekanizmaları kadının dış dünyadaki varlığını ancak erkekleşmesi ile mümkün kılar. İşte bu nedenle bazı masallarda da – özellikle doğu masallarında – kadınlar evin dışına çıktıklarında oluşabilecek tehlikelerden erkek kılığına girerek kurtulurlar. Masal kadını kendini dış dünyada meşrulaştırabilmek ve serbest dolaşım hakkı elde edebilmek için bu yola başvurmuş, namus ve iffeti üzerinde, erkeğin oluşturduğu tehditten kendini ancak bu şekilde koruyabilmiştir. Ne var ki, kadın söz konusu erkeksileşmeyi, amacına ulaşarak ev içine tekrar dönüğünde sürdürmez. Kadın, erkeğinin yanında ev içine girip “esas kadın” olduğunda, dış dünyadaki erkeksi davranışlarını terk eder; kadın kimliğinin kendisine yüklediği tüm sorumlulukları yerine getirir. Temizler, pişirir, bakar, gözetir. Bir kızın, ev dışında kendi cinsiyetiyle var olabilmesiyse yaşlı “evde kalmış” ve çirkin olmasına bağlıdır.
Ya masallardaki güçlü kadınlar? Onlar hep cadıdır, kötü annedir. Sevimsizdir, çirkindir, hırçındır, mutsuz ve yalnızdır. Masalın sonunda hep kaybederler.
Güç kadını çirkinleştirmektedir masallarda.
Çocukların bir kısmı bu masallarla büyürken, büyük bir kısmı da televizyondaki bir çikolata reklamında evcilik oynayan bir kız bir erkek çocuğun “Bu akşam ne pişirdin?” “Bugün bir şey yapamadım, dışarıdan getirttim” diyalogunu seyrederek, model alarak büyümektedirler.
Haydi biraz da reklamlara bakalım:
Kadın bir dekordur, erkeğe bağımlıdır, ev kadınıdır, annedir, güzelliği kullanılmaktadır, rahat ve konfora düşkündür.
Reklamlarda iki tür kadın tanımı verilmektedir:
Birincisi yalnız, kentli ve seksi kadın Bunlar parfüm reklamlarında, kozmetik ürünlerinde ve moda konusunda kullanılır.
Ama dantel iplikleri ya da yağ reklamlarındaki kadın geleneksel rolün kadınıdır: Evli, aile içindeki kadındır. Ya da koca bekleyen kızdır: Eşarp reklamları ya da hijyenik kadın bağı reklamları genç kızlara dönük imajlar kullanır.
Ev kadını en çok deterjan reklamlarında ve bizden biri olan bir kimlikte kullanılmaktadır. Hiç bir çarpıcılığı olmayan, sıradan ev kadını, çamaşır konusunda karar vericidir. Evli kadın ailesine yağ ürünlerini sunmakta ve mutlu aile yemekte ev içinde gösterilmektedir.
Yemek sonrası bulaşıkların yıkanması aile de kızı veya anneyi ilgilendirir ve bu kişilere yönelik bir tüketim maddesi olarak lanse edilir deterjanlar. Yani ev kadını seksi değil ama ciddi bir tüketicidir.
Kentli kadını yalnız, özgür, atak ve seksi tanımlayan reklamlar bunun karşısına ev kadınını konumlandırmaktadır.
Kadının işi gücü ev silmektir. Sabun, deterjan gibi ürünlerin reklamlarında kadın, sürekli kendisine bir şeyler öğretilen kişidir. Kadın hiçbir şeyi kendiliğinden akıl edemez reklamlarda. Hep bir öğretici vardır. Öğreticiler de ya yaşı büyük “anne” kadınlar, ya da erkeklerdir.
Reklâmlarda Kadın İmajı:
Kadın 'evinde, elinde tenceresiyle kocasını bekleyen kişi'dir.
Bir deterjan reklâmında, kadına "ev kadını" rolü verilmiş; kadın, temizlik yapmakla eşleştirilmiştir. Kadının başarılı bir "ev kadını" olabilmesinin de, akıllı kadınlar gibi X deterjanı seçmekten geçtiği mesajı verilmektedir.
Ev içindeki kadın, çamaşır yıkayıp, ütü yapan, lavaboları, halıları ovalayıp duran, sürekli yemek yapıp, çocuklarına kurabiye pişiren kadındır. Gerçek olamayacak kadar kusursuzdur. Ona ancak özenilir.
Çalışan kadın ise sadece pahalı parfümlere, pırlantalara ve alışveriş yapmak için kredi kartına ihtiyaç duyar. Sürekli koşuşturur ve yalnızdır. Kendine “özgür”dür. Özenilecek tarafı pek yoktur. Çünkü baştan çıkarıcı ve arzuludur. Bir anlamda ev içindeki kadının düşmanıdır.
Şimdi de dönüp gerçek hayata bakalım:
Kadınlara, çocukluklarından itibaren nasıl bağımsız birey olacakları değil de, nasıl bağımlı kalacakları öğretilir. Kadından beklenen hep “iyi kız çocuğu”, “iyi ve düzenli öğrenci”, “iyi sevgili”, “iyi eş” ve “iyi anne” olmasıdır. Eğer kadın bu rolleri doğru bir şekilde yerine getirirse, babasının, ağabeyinin, eşinin, oğlunun kanatları altında olacak ve hep bakılıp korunacaktır. Bu ödüle layık olmak için kadın hep eksik ve yardıma muhtaç birisi, kendi kendine yetemez gibi algılanarak ve algılatılarak bu öğretilerle büyütülür . Bu öğretiler ile evin içinde olmanın ne kadar güvenli olduğunu öğrenen kadın dışarıda olup bitenlere karşı hem kayıtsız kalmaya hem de o dar alanın dışındaki her şeyden korkmaya başlar. Eve kapandıkça korkar, korktukça eve kapanır. Kısacası kadına büyürken özyeterli olmanın erkek özelliği olduğu öğretilir. Halbuki erkeklere özyeterliliğini veren doğa değil, eğitim ve sosyalleşme sürecidir.
Kadına hep güçlü ve özgür kadınların, kadınlıktan uzaklaşıp sevimsiz ve yalnız kalacakları öğretilir. Bu öğreti ile büyüyen çoğu kadın da evlenir evlenmez, hırslarından ve hayallerinden vazgeçer, hayatla bağlarını koparır. Bakıcı, destekleyici birim olarak başkalarının rüyalarının gerçekleşmesi için kendi isteği ile kendi benliğinden vazgeçer. Karşılığında da korunup gözetileceği, bakılıp sevileceği bir karşılık sistemi ve beklentisi oluşturur.
Tüm bu öğretiler neticesinde kadın bağımsız olmanın ne kadar ürkütücü olduğuna karar verince de, tıpkı bir keseli hayvan gibi, başkalarının korumasında yaşamanın ne kadar huzur ve güven verici olduğunu keşfeder. Zaten bağımsız kadın, kadınlıktan uzaklaşıp sevgisiz, sevimsiz, hırçın olmuyor muydu? Ehh, bu kötü özellikleri seçmek hiç de akılcı olmayacaktır.
Bugün bile bırakın kırsalı, büyük kentlerde kız çocuklarının halen büyük bir kısmı büyünce ne olacakları sorulunca, “gelin” ya da “anne” cevabını vermektedirler.
Kız çocuklar büyürken önce annelerini örnek alırlar. Şöyle bir dönün bakın annenizin çizdiği kadın modeline. Siz ise şimdi muhtemelen bambaşka bir kadın modeli olma yolunda çaba sarf ediyorsunuz.
Haydi biraz da babalara bakalım. Sonrasında da küçük babalar olmaya öykünen ve esas babadan çok daha sert bir koruyucu, kollayıcı, kural koyucu ağabeye bakalım. Kadınlar ülkemizde büyürken sadece anne-babaları tarafından kısıtlanmazlar, bir de çok önemli bir figür ağabey vardır kızın hayatını kısıtlayan.
Babalarınızı kısacık tarif edecek olsanız, nasıl tarif edersiniz? Anlayışlı, destekleyici, özgür bir birey olmanız için size elinde olan her imkanı sunan? Ya da daha mesafeli bir ilişkinizin olduğu bir babanı mı tarif edersiniz? Sizin özgür bir birey olup yaşamınızla ilgili tüm kararlarınızı – gerekli araştırma ve danışmaları yaptıktan sonra – vermenizden aslında çok korkan, bu nedenle de sizinle zaman zaman sert, sert değilse bile mesafeli olan bir babadan mı?
Peki ya ağabeyler? Kaçınızın ağabeyi var bilmiyorum. Kaçınızın ağabeyi ile ilişkisi sağlıklı bilemiyorum. Ama genele baktığımız zaman, ağabey yaşlanmakta olan babanın çok daha şiddetle yerini alan bir kontrol mekanizmasıdır bizim kültürümüzde. Babanızı yumuşatabilseniz bile, ağabeyinizi yumuşatabilir misiniz? Ağabeyinizin yanlış bulduğu bir durumu, örneğin çalışmayı, onun isteği hilafına gerçekleştirebilir misiniz? Bırakın sizin isteklerinizi, acaba anneniz ağabeyinizin üstünde sizinle ilgili konularda yeterince söz sahibi midir?
Bilemiyorum, içinizden kaçınız babanızdan ya da ağabeyinizden çekinmek yerine onları çok sever ve onlarla harika bir ilişki içindesinizdir?
Tüm bu örneklere baktığımızda, kadının neden çalışmak istemediğini son derece net olarak görüyoruz. İşin “kolayı ve güvenlisi” varken neden “zoru ve güvensizi” seçsin ki kadın? O kadar çok durum, kurum ve kişiyle mücadele etmeli ki. Önce ailesiyle, sonra sosyal çevresiyle, sonrasında iş hayatındakilerle ve en zoru, önemlisi de kendisiyle. Bu yaşa kadar hep güvenli bir şekilde evde başkalarının himayesinde yaşayabileceğini öğrenen bu genç kadın, dışarısının bir sürü tehlike ile dolu olduğuna ikna olmuştur. Önüne bak, doğru otur, öyle gülme, ağır ol, kendini koru komutları almadan büyümüş kaç kız çocuğu vardır acaba? Tüm bu korkunç tehlikeler ile dolu dünyada kadın niye çalışsın ki?
Halbuki doğa kadına müthiş bir üretme becerisi vermiştir: üreme, doğurma. Kadının üretkenliğinin sadece doğurmakla sınırlı kalması ne büyük kayıp. Doğanın verdiği bu ve diğer birçok müthiş beceriyi kendisi, ailesi, yakın çevresi, ülkesi ve insanlık adına o kadar farklı alanlarda kullanabilir ki. Kadının önce kendi becerilerinin, doğanın verdiği hediyelerin farkına varması lazım.