Kıble yürekli insanlar
Cephesi kıbleye dönük olmayanın yüreği kıbleye dönük olmaz! '
Osmanlı insanı. Hayatına her alanda rehber ettiği İslam'ı, mimarîsine de yansıtmıştır. Yürek pusulasını kıbleleştirirken, evlerinin cephesi de kıbleye dönük olarak.
Bu asır insanı ise yürek pusulasını şaşırınca, cephesi de şaşırmış ve kafası karışmıştır. Sonuç, kimliğini kaybeden bir toplum.
Osmanlı'da insan birinci planda bir değere sahipti. Bu yüzden batının kiliseleri ruhlara batan bir sivrilikle yükselmekteyken, bizim camilerimizin kubbeleri yuvarlaktır ve insanın ruhuna huzur telkin eden bir yapıdadır. Bu yüzden mu*****iz, insan sesinin ön plana çıktığı bir ahenk sergiler batının enstrüman seslerinin yükseldiği klasik müziği yanında. Sükûnet verir kalplere.
Yardımlaşmanın, şefkat ve merhametin, hüküm sürdüğü zamanlarda, yapılan evlerde giriş kapıları bile darda kalana yardım etme maksatlı olarak, geniş bir çatı ile kapatılırdı.
Yağmurda ve güneşten korunmak amacıyla insanlar sığınabilsin diye.
Bu yardım duygusu o kadar geniş bir alana yayılmıştı ki, 'kuş evleri' inşa edecek dereceye varmıştı. Sadece insana değil, bütün canlılara merhamet etme duygusu hâkimdi.
Helal- haram perspektifinden hayatı yaşayan insanlar, bu hassasiyetlerini kapı tokmaklarına bile yansıtmışlardı.
İç içe geçen iki demir halkadan oluşan kapı tokmaklarından, dışta olan daha tok sesli idi ki, eve gelen erkek misafir bu tokmağı kullanırdı. Kapıyı açan da evin erkeği olurdu. İçte bulunan halkanın sesi ise daha ince olurdu ki, gelen kadın olursa bu tokmağı kullanır, kapıyı da kadın açardı.
Dış kapı bir avluya açılır ve bu avlunun etrafı yüksek duvarlarla çevrilirdi. Dışarıdan gözükmeyen bu avlu, kadın ve çocukların özgürlük alanıydı.
Evler, yüksek tavanlı olurdu. Tavanın yüksek olması insan ruhunu hem yüceltir hem de ferahlık ve sükûnet verirdi. Tabi o zamanlar doğal olarak ruhsal yapısı son derece sağlıklı bireyler yetişirdi.
Üst kat pencereleri 'cumba'lı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslenmişti. Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı. Çünkü evlerin mahremiyeti vardı.
Evlerin her köşesi, insana tahsis edilmiş, yaşam alanı eşyalarla sınırlanmamıştı. Şimdiki evlerde ise, insanın değil, eşyanın saltanatı var.
Kendi evlerini, faniliği simgelercesine dayanıksız olan kireç, kerpiç gibi malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumları ile devlet binalarını, sağlamlığın sembolü olan taş malzeme ile yaparlardı.
Osmanlı evlerini Gayr-i Müslim evlerinden ayıran bir özellik de bacalarında leylek yuvalarının olmasıydı ki, o hayvanları rahatsız etmemek için göç zamanlarında ateş yakmazlardı.
Osmanlı evleri, içe dönük, dışa kapalıydı ki, bu yapılanma, İslâmi aile yapısının hassasiyeti ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir.
Çünkü İnsan tesadüfen yetişmez.
-alıntı-
Cephesi kıbleye dönük olmayanın yüreği kıbleye dönük olmaz! '
Osmanlı insanı. Hayatına her alanda rehber ettiği İslam'ı, mimarîsine de yansıtmıştır. Yürek pusulasını kıbleleştirirken, evlerinin cephesi de kıbleye dönük olarak.
Bu asır insanı ise yürek pusulasını şaşırınca, cephesi de şaşırmış ve kafası karışmıştır. Sonuç, kimliğini kaybeden bir toplum.
Osmanlı'da insan birinci planda bir değere sahipti. Bu yüzden batının kiliseleri ruhlara batan bir sivrilikle yükselmekteyken, bizim camilerimizin kubbeleri yuvarlaktır ve insanın ruhuna huzur telkin eden bir yapıdadır. Bu yüzden mu*****iz, insan sesinin ön plana çıktığı bir ahenk sergiler batının enstrüman seslerinin yükseldiği klasik müziği yanında. Sükûnet verir kalplere.
Yardımlaşmanın, şefkat ve merhametin, hüküm sürdüğü zamanlarda, yapılan evlerde giriş kapıları bile darda kalana yardım etme maksatlı olarak, geniş bir çatı ile kapatılırdı.
Yağmurda ve güneşten korunmak amacıyla insanlar sığınabilsin diye.
Bu yardım duygusu o kadar geniş bir alana yayılmıştı ki, 'kuş evleri' inşa edecek dereceye varmıştı. Sadece insana değil, bütün canlılara merhamet etme duygusu hâkimdi.
Helal- haram perspektifinden hayatı yaşayan insanlar, bu hassasiyetlerini kapı tokmaklarına bile yansıtmışlardı.
İç içe geçen iki demir halkadan oluşan kapı tokmaklarından, dışta olan daha tok sesli idi ki, eve gelen erkek misafir bu tokmağı kullanırdı. Kapıyı açan da evin erkeği olurdu. İçte bulunan halkanın sesi ise daha ince olurdu ki, gelen kadın olursa bu tokmağı kullanır, kapıyı da kadın açardı.
Dış kapı bir avluya açılır ve bu avlunun etrafı yüksek duvarlarla çevrilirdi. Dışarıdan gözükmeyen bu avlu, kadın ve çocukların özgürlük alanıydı.
Evler, yüksek tavanlı olurdu. Tavanın yüksek olması insan ruhunu hem yüceltir hem de ferahlık ve sükûnet verirdi. Tabi o zamanlar doğal olarak ruhsal yapısı son derece sağlıklı bireyler yetişirdi.
Üst kat pencereleri 'cumba'lı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslenmişti. Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı. Çünkü evlerin mahremiyeti vardı.
Evlerin her köşesi, insana tahsis edilmiş, yaşam alanı eşyalarla sınırlanmamıştı. Şimdiki evlerde ise, insanın değil, eşyanın saltanatı var.
Kendi evlerini, faniliği simgelercesine dayanıksız olan kireç, kerpiç gibi malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumları ile devlet binalarını, sağlamlığın sembolü olan taş malzeme ile yaparlardı.
Osmanlı evlerini Gayr-i Müslim evlerinden ayıran bir özellik de bacalarında leylek yuvalarının olmasıydı ki, o hayvanları rahatsız etmemek için göç zamanlarında ateş yakmazlardı.
Osmanlı evleri, içe dönük, dışa kapalıydı ki, bu yapılanma, İslâmi aile yapısının hassasiyeti ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir.
Çünkü İnsan tesadüfen yetişmez.
-alıntı-