Madem Cenâb-ı Hak Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir, O Hâlde Kâinatı Niçin Yaratmıştır?
Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle, samimî düşünülse, bu alemleri yaratan Zatın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı kolayca anlaşılır. Böyle asılsız ve vehmî sorular, Allah’ı, Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten, sathî bakmaktan ve yanlış bir kıyas ile O Vâcibü'l-Vücûd'un zâtını ve sıfatlarını, mahlûkatınki ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Biz bu soruya önce bir misâlin ışığında kısaca cevap verecek, daha sonra açıklamaya geçeceğiz.
Güneşin aynalarda tecellisinde, onları ışıklandırmasında, ışığıyla onları feyizlendirmesinde, ne zâtı için, ne de sıfatları hükmündeki ısısı, ışığı, renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez. Yani, güneş aynalarda tecelli etse de, etmese de kemâli, güzelliği zâtında ne ise odur. Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı, gibi, âynaların olması da, onun cemâl ve kemâlini artırmaz.
Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat ancak aynalara aittir. Onlar karanlıktan kurtulup, nura kavuşmakta güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla, aydınlanmaları arasında bir fark yoktur. Yani, onların karanlıkta kalması, güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi, aydınlanmaları da onun kemâline bir fazlalık getirmez.
Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar, onlar güneşi tanımakla, sevmekle ve onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık getirebilirler. Meselâ, güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık düşünülebilir? Elbette zarar da, menfaat de onlara aittir.
Ganiyy-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması, hâşâ, ihtiyacından değildir. Bunları yaratmakla O'nun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez; yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı. Evet, mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda ve güzellikler o mahluklara aittir. Meselâ, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bizlere aittir.
Hak Teâlâ, ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına, ne meleklerin medh ü senasına, ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir. Bunlar olsun veya olmasın. O, zâtında hamd ü senaya lâyık, eşi, misâli, dengi olmayan bir Mâbud-u Mutlak'tır.
Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:
Hemen ifade edelim ki, sorunun başında Cenâb-ı Hakk'm hiçbir şeye muhtaç olmadığı kabul edilirken, daha sonra "O halde kâinatı niçin yarattı?" denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir. Bu sebeple biz önce Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herşeyden müstağni olduğunu izah edecek, daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca duracağız.
Allah, hem zâtı, hem de sıfatları ile herşeyden müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı.
"Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmrân: 97) ayetinin bildirdiği gibi, Cenâb-ı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. Zâtındaki sonsuz kemâlinin, izzet ve azametinin daha üstünde bir derece, bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla -hâşâ- kemâlini artırarak o dereceye varmış olsun.
Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de O'na mahsustur. Madem ezelde O'nun kemâli sonsuzdur, ebedde de sonsuz olacaktır. Ezelî ve mutlak kemâlin ne noksanlaşması, ne de artış göstermesi düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın, Kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da, yaratmamaktan da müstağnidir. Yaratılan her mevcud kemâlini O'ndan almaktadır. Mahlûkatın kemâli O'nun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir.
Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi, "Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlik-ı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve masiva O'na tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler."
Evet, bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar.
Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:
"Allahü Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti, mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir."
Cenâb-ı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir, yokluğu muhaldir. Mahlûkatın vücudu ise mümkindir, olup olmaması olasılık dahilindedir; O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır. Öyle ise, tam istiğna, ancak Allah'a mahsustur, ihtiyaç ise mahlûkların tarafındadır.
Bu hakikat Risâle-i Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir.
"...O'nun vücudu; zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücûd-u Vâcib, rasih ve hakikatli ve Vücud-u Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; "lâ mevcûde illâ hu" demişler. Yâni: Vücûd-u Vacibe nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık değillerdir diye hükmetmiştir."
Allah’ın zâtı gibi, sıfatları da herşeyden müstağnidir ve her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. Zira O’nun bütün sıfatları zatîdir, sonsuz kemâldedir, mutlaktır. Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde bir artma düşünülemeyeceği gibi, yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm edilemez.
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır. O Zât-ı Akdes'in kudsî hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Ezelde hayatı ne ise, şimdi de, ebedde de odur. Bütün hayat tabakaları O'nun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar. Elbette o Hayy-ı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü, kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması hiçbir cihetle düşünülemez.
Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir. O Alîm-i Külli Şey'in ilmi sonsuzdur, mutlaktır. Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir. O Hâkim-i Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur. Bu âlemdeki bütün plân ve programlar, hikmet ve faydalar, hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin tecellileridir. O ezelî ilmin, bu tezahürlere muhtaç olması elbette düşünülemez.
Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri de Kudrettir. O Kadir-i Külli Şey'in kudreti sonsuz kemâldedir. Her şey varlığında, devam ve bekasında o ezelî kudrete muhtaçtır. Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması, O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez. Yaratılan bütün varlıklar, O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç, O ise her şeye hâkim ve her şeye kadirdir.
İrâde, Sem’, Basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu açıkça anlaşılır.
Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâb-ı Hakk'a muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık.
Şimdi de "O halde bu kâinatı niçin yarattı?" sorusuna cevap verelim:
Kâinatın yaratılışındaki hikmetler, esrarlar sonsuzdur. Öncelikle şunu belirtelim ki:
Cenâb-ı Hak herşeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun için eşittir, müsavidir. Lâkin mahlûkat için, adem ile vücud yani yoklukta kalmakla var olmak bir değildir. Yâni mümkinatın varlık âlemine çıkması, yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha hayırlıdır. Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir. O halde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar, faydalar, menfaatler onlara aittir. Allahü Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve faydalar için onları yoklukta bırakmamış, lütuf ve keremi ile varlık sahasına çıkarmıştır. Yani, onlar için şer olan yokluğu değil, hayır olan vücudu, varlığı irâde etmiştir.
Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür:
Birincisi; Cenâb-ı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar.
Birinci Hikmet:
Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ'nın kendi manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir.
Evet... "Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir." hakikatince Cenab-ı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve Esmâ-i Hüsnâ'sını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet kemâldedirler. Ancak Esmâ-i Hüsnâ'sının kemâli mevcudatın yaratılması ile kendini gösterir.
Evet, madem Cenâb-ı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudret-i Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister. Hem madem O Zât-ı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır. Bu ilim, her harfinde, satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat kitabının telifini iktiza eder. Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâ-i Hüsnâ da ayrı ayrı güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın yaratılmasını iktiza ederler. Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi, Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler.
Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle, samimî düşünülse, bu alemleri yaratan Zatın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı kolayca anlaşılır. Böyle asılsız ve vehmî sorular, Allah’ı, Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten, sathî bakmaktan ve yanlış bir kıyas ile O Vâcibü'l-Vücûd'un zâtını ve sıfatlarını, mahlûkatınki ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Biz bu soruya önce bir misâlin ışığında kısaca cevap verecek, daha sonra açıklamaya geçeceğiz.
Güneşin aynalarda tecellisinde, onları ışıklandırmasında, ışığıyla onları feyizlendirmesinde, ne zâtı için, ne de sıfatları hükmündeki ısısı, ışığı, renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez. Yani, güneş aynalarda tecelli etse de, etmese de kemâli, güzelliği zâtında ne ise odur. Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı, gibi, âynaların olması da, onun cemâl ve kemâlini artırmaz.
Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat ancak aynalara aittir. Onlar karanlıktan kurtulup, nura kavuşmakta güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla, aydınlanmaları arasında bir fark yoktur. Yani, onların karanlıkta kalması, güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi, aydınlanmaları da onun kemâline bir fazlalık getirmez.
Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar, onlar güneşi tanımakla, sevmekle ve onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık getirebilirler. Meselâ, güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık düşünülebilir? Elbette zarar da, menfaat de onlara aittir.
Ganiyy-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki varlıkları yaratması, hâşâ, ihtiyacından değildir. Bunları yaratmakla O'nun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez; yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı. Evet, mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda ve güzellikler o mahluklara aittir. Meselâ, hadsiz yıldızlarla yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün faydalar bizlere aittir.
Hak Teâlâ, ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına, ne meleklerin medh ü senasına, ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir. Bunlar olsun veya olmasın. O, zâtında hamd ü senaya lâyık, eşi, misâli, dengi olmayan bir Mâbud-u Mutlak'tır.
Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:
Hemen ifade edelim ki, sorunun başında Cenâb-ı Hakk'm hiçbir şeye muhtaç olmadığı kabul edilirken, daha sonra "O halde kâinatı niçin yarattı?" denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir. Bu sebeple biz önce Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herşeyden müstağni olduğunu izah edecek, daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca duracağız.
Allah, hem zâtı, hem de sıfatları ile herşeyden müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı.
"Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmrân: 97) ayetinin bildirdiği gibi, Cenâb-ı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. Zâtındaki sonsuz kemâlinin, izzet ve azametinin daha üstünde bir derece, bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla -hâşâ- kemâlini artırarak o dereceye varmış olsun.
Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de O'na mahsustur. Madem ezelde O'nun kemâli sonsuzdur, ebedde de sonsuz olacaktır. Ezelî ve mutlak kemâlin ne noksanlaşması, ne de artış göstermesi düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın, Kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da, yaratmamaktan da müstağnidir. Yaratılan her mevcud kemâlini O'ndan almaktadır. Mahlûkatın kemâli O'nun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir.
Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi, "Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlik-ı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve masiva O'na tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler."
Evet, bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar.
Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:
"Allahü Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti, mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir."
Cenâb-ı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir, yokluğu muhaldir. Mahlûkatın vücudu ise mümkindir, olup olmaması olasılık dahilindedir; O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır. Öyle ise, tam istiğna, ancak Allah'a mahsustur, ihtiyaç ise mahlûkların tarafındadır.
Bu hakikat Risâle-i Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir.
"...O'nun vücudu; zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücûd-u Vâcib, rasih ve hakikatli ve Vücud-u Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki, Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; "lâ mevcûde illâ hu" demişler. Yâni: Vücûd-u Vacibe nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık değillerdir diye hükmetmiştir."
Allah’ın zâtı gibi, sıfatları da herşeyden müstağnidir ve her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. Zira O’nun bütün sıfatları zatîdir, sonsuz kemâldedir, mutlaktır. Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde bir artma düşünülemeyeceği gibi, yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm edilemez.
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır. O Zât-ı Akdes'in kudsî hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Ezelde hayatı ne ise, şimdi de, ebedde de odur. Bütün hayat tabakaları O'nun kudsî hayatının cilvesi ile ortaya çıkar. Elbette o Hayy-ı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü, kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması hiçbir cihetle düşünülemez.
Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir. O Alîm-i Külli Şey'in ilmi sonsuzdur, mutlaktır. Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir. O Hâkim-i Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur. Bu âlemdeki bütün plân ve programlar, hikmet ve faydalar, hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin tecellileridir. O ezelî ilmin, bu tezahürlere muhtaç olması elbette düşünülemez.
Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri de Kudrettir. O Kadir-i Külli Şey'in kudreti sonsuz kemâldedir. Her şey varlığında, devam ve bekasında o ezelî kudrete muhtaçtır. Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması, O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez. Yaratılan bütün varlıklar, O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç, O ise her şeye hâkim ve her şeye kadirdir.
İrâde, Sem’, Basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu açıkça anlaşılır.
Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâb-ı Hakk'a muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık.
Şimdi de "O halde bu kâinatı niçin yarattı?" sorusuna cevap verelim:
Kâinatın yaratılışındaki hikmetler, esrarlar sonsuzdur. Öncelikle şunu belirtelim ki:
Cenâb-ı Hak herşeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun için eşittir, müsavidir. Lâkin mahlûkat için, adem ile vücud yani yoklukta kalmakla var olmak bir değildir. Yâni mümkinatın varlık âlemine çıkması, yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha hayırlıdır. Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır, şereftir, kemâldir. O halde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar, faydalar, menfaatler onlara aittir. Allahü Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve faydalar için onları yoklukta bırakmamış, lütuf ve keremi ile varlık sahasına çıkarmıştır. Yani, onlar için şer olan yokluğu değil, hayır olan vücudu, varlığı irâde etmiştir.
Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür:
Birincisi; Cenâb-ı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar.
Birinci Hikmet:
Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ'nın kendi manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir.
Evet... "Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir kaidedir." hakikatince Cenab-ı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve Esmâ-i Hüsnâ'sını tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet kemâldedirler. Ancak Esmâ-i Hüsnâ'sının kemâli mevcudatın yaratılması ile kendini gösterir.
Evet, madem Cenâb-ı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudret-i Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister. Hem madem O Zât-ı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır. Bu ilim, her harfinde, satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat kitabının telifini iktiza eder. Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâ-i Hüsnâ da ayrı ayrı güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın yaratılmasını iktiza ederler. Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi, Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler.