ne çok kadınsın sen öyle zeynep
Deşsem su koklasam pas ve öpsem çamur olur toprak.
Siyah yüklü bir buluttan inen sütun, kırılacağı yerde bekliyor heykelleri.
Havari sesli kızlar dönünce yasımdan;
Zeynep, manifaturacılarda bekleyen kefen parçalarını sedef bacaların elleriyle saklamalı
Ben yüzüstü harfler divanesiyim
ölüm biraz daha kindir bana onun için soru sorulmaz
Tırnaklarım kırıldı ve bıraktığın ağıt yorsun Zeynep
Dişlerimde azap tadıyla gezdirdiğim akşam, düşüp kırılmıştır ömrümün telvesinden.
Bir tabut -ki artık yerimde figüranlar ve dublörler var-menziline varmalı
senin olsun uykusunda yaralı serçeler öpen adam ve yalnızlık ve siyah…
Mühür müdür dudaklarım böylesi bir unutma kertesinde saf ve kedersiz kıza bilinmez ama bilirim şer taşlarını, derimde açılan yaraları…
İnanmadığım şarkılar cismimi boğazlamaya geldiğinde ağladım Zeynep
çünkü bunların da elleri yoktu. Olmadı.
Hiç kimse göğsümde iman, terkimde telaş ve ruhumda teslim olduğunu bilmedi Zeynep bilmedi…
Gör iri balkonlarda yapma çiçekler bir bahar telaşı yaşıyor ve yatağıma akrep kokusu doluyor.
Dokununca kuş bulutlarına içim portreni çiziyor tavus
Ne çok uzak ne de çok kadınsın sen Zeynep;
caddelerden akan su ve sus dilimde hangi köpeği bağlıyor?
Kelebek kanadına bağlı iplerin çözülmesin yoksa güvercin vebası kokar,
yatağım takvimlere yapraklanır.
Dolaşırım kendimi: zehir, katran, zakkum…
Gitme Zeynep ne olur; sürahi içinde garip bir ömrü biçme bana.
Kocaman bir dağı yüreğime basıyorum, nafile…
Ah! Bileydim taş ile gül arasında uyuyan sadakatini,
öpeydim bir kez esmer bedeninde o korkunç meleği…
Acı bir yağmurla yüzüne sardığım göğsüm gibidir kefen demiştim uykuda kalan ölüm meleğine;
boşunadır taziye,
kovuldu ruhumdan gömülerle dolaşan o peltek melike
Deşsem su koklasam pas ve öpsem çamur olur toprak.
Siyah yüklü bir buluttan inen sütun, kırılacağı yerde bekliyor heykelleri.
Havari sesli kızlar dönünce yasımdan;
Zeynep, manifaturacılarda bekleyen kefen parçalarını sedef bacaların elleriyle saklamalı
Ben yüzüstü harfler divanesiyim
ölüm biraz daha kindir bana onun için soru sorulmaz
Tırnaklarım kırıldı ve bıraktığın ağıt yorsun Zeynep
Dişlerimde azap tadıyla gezdirdiğim akşam, düşüp kırılmıştır ömrümün telvesinden.
Bir tabut -ki artık yerimde figüranlar ve dublörler var-menziline varmalı
senin olsun uykusunda yaralı serçeler öpen adam ve yalnızlık ve siyah…
Mühür müdür dudaklarım böylesi bir unutma kertesinde saf ve kedersiz kıza bilinmez ama bilirim şer taşlarını, derimde açılan yaraları…
İnanmadığım şarkılar cismimi boğazlamaya geldiğinde ağladım Zeynep
çünkü bunların da elleri yoktu. Olmadı.
Hiç kimse göğsümde iman, terkimde telaş ve ruhumda teslim olduğunu bilmedi Zeynep bilmedi…
Gör iri balkonlarda yapma çiçekler bir bahar telaşı yaşıyor ve yatağıma akrep kokusu doluyor.
Dokununca kuş bulutlarına içim portreni çiziyor tavus
Ne çok uzak ne de çok kadınsın sen Zeynep;
caddelerden akan su ve sus dilimde hangi köpeği bağlıyor?
Kelebek kanadına bağlı iplerin çözülmesin yoksa güvercin vebası kokar,
yatağım takvimlere yapraklanır.
Dolaşırım kendimi: zehir, katran, zakkum…
Gitme Zeynep ne olur; sürahi içinde garip bir ömrü biçme bana.
Kocaman bir dağı yüreğime basıyorum, nafile…
Ah! Bileydim taş ile gül arasında uyuyan sadakatini,
öpeydim bir kez esmer bedeninde o korkunç meleği…
Acı bir yağmurla yüzüne sardığım göğsüm gibidir kefen demiştim uykuda kalan ölüm meleğine;
boşunadır taziye,
kovuldu ruhumdan gömülerle dolaşan o peltek melike