Nil’in kelebekleri
Nil Karaibrahimgil’in Kelebek yazıları bir koza ördü: Nil’in Kelebekleri. Doğan Kitap’ça yayınlanan bu öyküsel/şiirsel denemeler, ‘deneme bir iki’ anonsuyla okura sunuluyor
İçini açsa nar ama yeri dar.
Nil’in yazgısının mottosu yine kendinden.
‘Edebi’ sterilizasyon kaygusundan uzak, yazının bir özgürleşme alanı olduğu önermesini bir kez daha doğrulayan yazılar bunlar.
Arkakapağı, ‘yeni başlayanlar için kadın tuhaflıkları’ndan bir alıntı işgal ediyor:
‘Kadınlar çok seyrek olarak söylediklerini kastederler. Asıl demek istediklerini bulmak için, sakın ne demek istiyorsun diye sormayın. Bu soru sizi, kastedilmeyecek başka bir cümleye yönlendirir ve aslolandan gitgide uzaklaşmanıza sebep olur. Bu sebeple sonuç ilişkisi kurulmaz. Mesela sık kullanılan bir cümleyi ele alalım: Yalnız kalmak istiyorum. Cümlenin öznesi ben, burada sen manasında kullanılmış. İstiyorum olumlu gibi dursa da olumsuz, yani asıl kökü istemiyorum. Buraya kadar cümlemiz Sen yalnız kalmak istemiyorum. Böyle bir cümleye pek rastlanmadığından, yuvarlamamız gerekir. Yuvarlarsak aslolan cümleye varırız: Sen yalnız kalmamı isteme! Bu cümleyi canlandırabilecek erkek yok denecek kadar azdır. Kadın yalnız kalmak istemiyor, bu kesin. Fakat bu yeterli değil. Onun yalnız kalmasını istememelisiniz. Ayrıca kadını bu raddeye getirmeyin. Kadınlar yalnız kalmayı asla istemez. Şayet kendilerini yalnız hissederlerse, pıt diye doğuruverirler. Elde var iki olurlar. Bir suyla şaka olmaz, bir de kadınlarla...’
Bu alıntı, Halvet Der Encümen’i yazarken dipnot olarak düştüğüm bir öykümsüyü anımsattı.
Erkek kadına, ‘seni çok seviyorum’ der. Kadın, ‘ben de’ der, ‘ben de kendimi çok seviyorum.’
Erkek, ‘seni çok özledim’ der. Kadın, ‘ben de’ der, ‘ben de kendimi çok özledim.’
Nil’in ezberbozan önermelerini daha önce ve el’an, demir de mıknatısa demektedir: ‘Senden neden nefret ediyorum biliyor musun, beni çekiyorsun ama sürükleyemiyorsun.’ Çünkü sanıldığının aksine kadın doğuştan bağımsız bir karaktere sahiptir. Kamusal alanda bağımlı bir kişilik üretmeye çalışır. Erkek de sanılanın aksine bağımlıdır ama erk(ek) egemen nosyonların ortasında, bağımsız ve güçlü bir kişilik üretmeye çalışır. Bu paradoksal gerçeklikte olduğu gibi, sözlerin zahirine değil, söylenmeyene bakmak, okumak gerekir.
Yazmanın bir gereksinime dönüşmesinin bir nedeni de bu olsa gerektir. Söylenmeyeni okumaya çalışan yazılar, Nil Karaibrahimgil’inki gibi ince ince dokunmuştur, zeki(ce)dir, zihni kışkırtır ve ezberbozar. Yazının bu anlamda, bir izleğin izlenmesi anlamında bir yolculuk olduğu söylenebilir.
Nil’in yazıları (üstelik) bir gazetenin ‘magazin’ ekinde yayımlanmak (üzere yazılmıştır.)
Dilin içine doğru sızan yazılar
Nil’in Kelebekleri, ‘içses’le başlıyor, içindeki fısıltının kim olduğu sorusuyla sürüyor, bir kadının saçını yaşama hakkından tutunuz, hayatın bir boyama kitabı oluşuna değin her türden aşk oyununun cümbüşünün gerisindeki tecelliye yelken açabiliyor. ‘Yağmurlu bir blues’a, ‘Kafa kalp Kalp’, R, S, Ş, T, U, Ü, V, Y, Z ile ‘İçimdekiler’e ve ‘Bir Nil Duası’na bilhassa bayıldığımı belirtmek isterim. Dilin içine doğru sızan yazılar bunlar. Kelebek gibi çiçekten çiçeğe konan, usare devşirmeye çalışan serazat bir duy(g)u avcısının kaçamakları. Nil de firarilerden. Firar etmemek için bir nedenimiz olsaydı keşke. ‘Herkesin adının insan olduğu yazı’, ‘kamu alem birdir bize’ diyen Yunus’un ikliminden. ‘Ah Beyrut!’, bu kadim şehrin büyüleyici soluğuyla yazılmış. Nil, ‘bütün zenginliğimi ve fakirliğimi gördüm onda’ diyerek özetliyor. Tabi müzikal bir binekle yapılmış bir gezi bu. Ama içerden, gönülden söylenmiş bir yazı. Bir başka kışkırtıcı ve yapısökümcü yazı: Türk Hafif Yazısı. Kitabın belki de en ironik yazısı. Şöyle başlıyor : ‘Babam arayıp dedi ki : ‘Yazıların Beşiktaş’taki nüfus memuresi hanımı yormuş. ‘Hayat basit’ diyor, ‘kafasını bu kadar karıştıracak bir şey yok. Gezsin, tozsun, keyfine baksın, evlensin, çocuk yapsın. O, Türkiye’nin en güzel çocuklarından. Hayat da o kadar derin değil zaten. Kendisini yormasın diyor’ dedi. ‘Git onunla konuş’ dedi. Sonra gülmeye başladık...’ Buradan Nil’in çocukluğuna doğru uzanabilirsiniz, çocukluğuna, bilinçaltına, bilinçdışına, dilinin sınırlarına, düşüncelerinin boylarına. Nil, müziğinde bundan fazlasını yapmıştı.
“dediler aşka sabır / ya da sefer lazım / dedim eyvallah yok itirazım / sabrın nerede seferin önünde / acelen mi var firarda mısın? / çok canım acıyo çok’ ile,
‘İnsan yalnız kalamaz, yapamaz / Döner durur yatağında, uyuyamaz / Ben seni kaybettim, anladım / Gündüzleri gecelere zor bağladım / Hani zaman her şeye ilaç ya, yalanmış / Hani aşklar hep gelip geçer ya, kalırmış / Rüzgar esti üstüme üstüme üstüme / Seni vurdu yüzüme yüzüme yüzüme”sinde ezgilerle sözlerin gerilimli izdivacını hatırlayalım.
Hedonist gibi görünse de
Nil’in Kelebekleri’nde uçarı bir kelebek sürekli geziniyor. Ele avuca sığmıyor, merak ediyor, soruyor, sorguluyor, uçuyor, konuyor tekrar uçuyor. Dur durak bilmeksizin yaşamın çeşitli görünümlerinin gerisindeki oyunlara başını uzatıyor, aralık kapılardan bakıyor, kapalı kapıları açmış gibi yaparak bırakıp kaçıyor. Bir (k)açıklık baş dönmesi... Zaman zaman hedonist gibi görünen bu cümbüşün arkasında canı acıyan bir dil konuşuyor. Bunun için kitabın özetini arayanlar, ‘Hayat bir boyama kitabı’ yazısına baksınlar. Öykünün sonunu merak edenler için aktarayım: ‘Güneş battı. Zeynel orucunu açtı. Sandviçini salamlı yaptım.’
Bununla da yetinmeyenler, ‘Bir hatırlatma: Lunapark’ yazısını okuyabilirler, dünya hayatının bir oyun, bir oyalanma oluşunu ima eden bir ****for olarak...
Star Gazetesi