On Birinci Söz

Aslı Oktay

Daimi Üye
Katılım
30 Haziran 2011
Mesajlar
12.828
Tepki
19.322
Puan
113
Yaş
35
Konum
İstanbul
On Birinci Söz

b424.gif

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
b585.gif

Yemin olsun güneşe ve aydınlığına. • Ve onu takip eden aya. • Ve onu gösteren güne. • Ve onu örten geceye. • Ve gökyüzüne ve onu binâ edene. • Ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene. • Ve insana ve onu intizamla yaratana. (Şems Sûresi: 1-7.)

Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammâsını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazîneleri vardı. Hem o hazînelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem, gizli pek acâib defîneleri varmış. Hem, kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem, hesabsız fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış.
Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
Bu hikmete binâen cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şâhâne bir sûrette dairelere, menzillere taksim ederek, hazînelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip kendi dest-i san'atının en latîf, en güzel eserleriyle zînetlendirip, fünûn-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, her bir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi' sofralar, o sarayda kurdu. her bir tâifeye lâyık bir sofra tâyin etti. Öyle sehâvetkârâne, san'atperverâne bir ziyâfet-i âmme ihzâr etti ki, güyâ her bir sofra, yüz sanâyi-i latîfenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyâfete dâvet etti. Sonra, bir yâver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek, onu üstad ve tarif edici tâyin etti. Tâ ki, sarayın sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san'atlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir ve ne vecihle saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merâsimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifât merâsimini tarif etsin. İşte o muarrif üstadın her bir dairede birer avânesi bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede şâkirdleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor, diyor ki:
"Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izhârıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor; siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem, şu tezyinâtla, kendini size sevdirmek istiyor; siz dahi onun san'atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem, bu gördüğünüz ihsanât ile size muhabbetini gösteriyor; siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem, şu görünen in'âm ve ikramlar ile size şefkatini ve merhametini gösteriyor; siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem, şu kemâlâtının âsârıyla, mânevî cemâlini size göstermek istiyor; siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyâkınızı gösteriniz. Hem, bütün şu gördüğünüz masnuât ve müzeyyenât üstünde birer mahsus sikke, birer hususi hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, her şey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor; siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazîrsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz."
Daha bunun gibi, ona ve o makama münâsip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki gürûha ayrıldılar:
Birinci gürûhu kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acâiblere baktıkları zaman dediler: "Bunda büyük bir iş var." Hem, anladılar ki, beyhûde değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. "Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?" deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyân ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrârın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler:
"Esselâmü aleyke yâ eyyühe'l-üstad! Hakkan; şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sâdık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse, lütfen, bize bildiriniz."
Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyâtı dairesinde amel ettiler. Onların şu edebli muâmele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya dâvet etti; ihsan etti. Hem, öyle bir cevâd-ı melike lâyık ve öyle yüksek mutî ahaliye şâyeste ve öyle edebli misafirlere münâsip ve öyle yüksek bir kasra şâyân bir sûrette ikram etti. Dâimî, onları saadetlendirdi.
İkinci gürûh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler; bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şâkirdlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar; içilmeyen, fakat bâzı şeyler için ihzâr edilen iksirlerden içtiler, sarhoş olup, öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler, sâni-i zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.
Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için binâ etmiştir. Şu maksadların husûlü ise iki şeye mütevakkıftır.
• Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksadlar beyhûde olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibâret kalır.
• İkincisi: Ahali o üstadın sözünü kabul edip, dinlemesidir. Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimâı, kasrın bekâsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı binâ etmezdi. Hem, yine denilebilir ki, o üstadın tâlimâtını, ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr, tebdil ve tahvil edilecek.
Ey Arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatin yüzünü de gör.
İşte o saray, şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba, gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
O melik ise, ezel ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arzı ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisânlarla o Zâtı takdîs edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rubûbiyetinde durup, gece ve gündüzü siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp, kâinat sayfasında âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar, emrine musahhar zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.
O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte o sarayda gördüğün sanâyî-i garîbe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mu'cizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı hârikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada, temsilde gördüğün gizli defînelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misâldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuât ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler.
Ve o üstad ise, seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Avânesi ise, enbiyâ aleyhimüsselâmdır ve şâkirdleri ise, evliyâ ve asfiyâdır.
O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir.
Temsilde seyir ve ziyâfete dâvet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhânesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir.
Ve o iki fırka ise, burada, birisi ehl-i imândır ki, kitâb-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur'ân-ı Hakîmin şâkirdleridir. Diğer gürûh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tâbi olup, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan hayvan gibi, belki daha aşağı sağır, dilsiz, dâllîn gürûhudur.
Birinci kafile olan süedâ ve ebrâr ise, zülcenâheyn olan Üstadı dinlediler. O Üstad hem abddir; ubûdiyet noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenâb-ı Hakkın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resûldür; risâlet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur'ân vâsıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.
Şu bahtiyar cemaat, o Resûlü dinleyip, Kur'ân'a kulak verdiler. Kendilerini envâ-ı ibâdâtın fihristesi olan namaz ile, birçok makam-ı âliye içinde çok latîf vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi' ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, makamâtı mufassalan gördüler. Şöyle ki:
Evvelen: Âsâra bakıp, gâibâne muâmele sûretinde, saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsinine temâşâger makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini edâ edip, ALLAHU EKBER (Allah en büyüktür, en yücedir. )dediler.
Sâniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle, SübhanAllahi Velhamdulillahi (Allah'ı her türlü kusur ve noksandan tenzih eder ve Allah'a hamd ederiz.)diyerek takdîs ve tahmîd vazifesini ifâ ettiler.
Sâlisen: Rahmet-i İlâhiyenin hazînelerinde iddihar edilen nimetlerini, zâhir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve senâ vazifesini edâya başladılar.
Râbian: Esmâ-i İlâhiyenin defînelerindeki cevherleri, mânevî cihazât mîzanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar.
Hâmisen: Mistâr-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubât-ı Rabbâniyeyi mütâlâa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.
Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuâtın san'atındaki latîf incelik ve nâzenin güzellikleri temâşâ ile tenzih makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâllerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.
Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gâibâne muâmele-i ubûdiyetle mezkûr makamâtta mezkûr vezâifi edâ ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muâmelesine ve ef'âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muâmele sûretinde, evvelâ Hâlık-ı Zülcelâlin Kendi san'atının mu'cizeleriyle Kendini zîşuura tanıttırmasına karşı, hayret içinde bir mârifet ile mukabele ederek,
b588.gif
(Sen her türlü noksan sıfatlardan münezzehsin; Seni gereği gibi tanıyamadık. (Duâ))dediler: "Senin tarif edicilerin, bütün masnuâtındaki mu'cizelerindir."
Sonra, o Rahmân'ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip, "İyyake Na'budu ve İyyake Nestaiyn" (Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.) )dediler.
Sonra, o Mün'im-i Hakikînin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler. Dediler: "Sübhaneke vebihamdik"(Sana hamd ederek, Seni her türlü kusur ve noksandan tenzîh ederiz. (Duâ))
Sonra, o Mün'im-i Hakikînin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler. Dediler: "Sübhaneke vebihamdik" -3-
"Senin hak şükrünü nasıl edâ edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanâtın açık lisân-ı halleri, şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla, hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehâdet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifâ ederler."
Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudât aynalarında, Cemâl ve Celâl ve Kemâl ve Kibriyâsının izhârına karşı, "Allahu Ekber" deyip, tâzim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip, mukabele ettiler.
Sonra o Ganî-i Mutlakın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hâcetlerini izhâr edip, duâ edip, istemekle mukabele edip, "İyyake Nestaiyn"(Ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)) dediler.
Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin kendi san'atının latîfelerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enâmda neşrine karşı Mâşaallah deyip takdir ederek, "Ne güzel yapılmış" deyip istihsan ederek, Bârekallah deyip müşâhede etmek, Âmennâ deyip şehâdet etmek, "Geliniz, bakınız-hayran olarak- "Hayya alel felah" (Kurtuluşa gelin. )deyip, herkesi şâhid tutmakla mukabele ettiler. Hem, o Sultân-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi Rubûbiyetinin saltanatını ilânına ve Vahdâniyetinin izhârına karşı tevhid ve tasdik edip, "Semi'na ve Eta'na"(İşittik ve itaat ettik.)diyerek, itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.
Sonra, o Rabbü'l-Âlemînin Ulûhiyetinin izhârına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibâret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hulâsası olan namaz ile mukabele ettiler. Daha bunlar gibi, gûnâgûn ubûdiyet vazifeleriyle, şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde, farîza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını edâ edip, ahsen-i takvîm sûretini aldılar. Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-i İmân ile, emn-i emânet ile mücehhez emîn bir halîfe-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imânlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak Dârü's-Selâma dâvet ederek, öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutûr etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti; ve onlara ebediyet ve bekâ verdi. Çünkü, ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir. İşte Kur'ân şâkirdlerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin, âmin.
Ammâ, füccâr ve eşrâr olan diğer gürûh ise, hadd-i bülûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün Vahdâniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfrân ile mukabele ederek ve bütün mevcudâtı kıymetsizlikle kâfirâne bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz cinâyet işlediler; nihayetsiz bir azaba müstehak oldular. Evet, insana, sermâye-i ömür ve cihazât-ı insaniye, mezkûr vezâif için verilmiştir.
Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhâfaza-i nefs etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc edilen şu nâzik letâif ve mâneviyât ve şu hassas âzâ ve âlât ve şu muntazam cevârih ve cihazât ve şu mütecessis havâs ve hissiyâtın gâye-i yegânesi, şu hayat-ı fâniyede, nefs-i rezîlenin, hevesât-ı süfliyenin tatmini için istimâline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gâye-i idhâli, iki esastır:
Biri: Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin bütün nimetlerinin her bir çeşitlerini size ihsâs ettirip şükrettirmekten ibârettir. Siz de hissedip şükür ve ibâdetini etmelisiniz.
İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksâmını, birer birer, size o cihazât vâsıtasıyla bildirip, tattırmaktır. Siz dahi, tatmakla tanıyarak, İmân getirmelisiniz.
İşte, bu iki esas üzerine, kemâlât-ı insaniye neşv ü nemâ bulur; bununla, insan, insan olur.
İnsaniyetin cihazâtı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna, şu temsil sırrıyla bak:
Meselâ, bir zât, bir hizmetçisine yirmi altın verdi. Tâ mahsus bir kumaştan, kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki, o zât, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bâzı şeyler yazılı olarak, onun cebine koydu; ticarete gönderdi.
Şimdi, her aklı başında olan bilir ki, o sermâye, bir kat libas almak için değil. Çünkü, evvelki hizmetkâr, yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan; elbette bu bin altın, bir kat libasa sarf edilmez. Şâyet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya, bir kat libas için verip hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim, nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için, şiddetle tâzib ve hiddetle te'dib edilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermâye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermâyece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından elli derece aşağı düşersiniz.
Ey gâfil nefsim! Senin hayatının gâyesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının sûretini, hem hayatının sırrı-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak; senin hayatının gâyelerinin icmâli dokuz emirdir.
• Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.
• İkincisi: Senin fıtratında vaz' edilen cihazâtın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli defînelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.
• Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve latîf cilvelerini bilerek, hayatınla teşhir ve izhâr etmektir.
• Dördüncüsü: Lisân-ı hal ve kâlinle Hâlıkının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.
• Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp, padişahın nazarında görünmekle onun iltifatât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi, esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip, o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.
• Altıncısı: Zevi'l-hayat olanların tezâhürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumuzât-ı hayatiye denilen, Sâni'lerine tesbihâtları; ve semerât ve gâyât-ı hayatiye denilen, Vâhibü'l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp, şehâdetle göstermektir.
• Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük numunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfat-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ, sen, cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î irâden ile bu hâneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.
• Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudâtın her biri, kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin Rubûbiyetine dâir mânevî sözlerini fehmetmektir.
• Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gınâ-i Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-i İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin.
İşte senin hayatının gâyeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi, kendi hayatının mahiyetine bak ki; o mahiyetinin icmâli şudur:
Esmâ-i İlâhiyeye âit garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyâsı, hem kâinattaki âlemlerin bir mîzanı, hem bu âlem-i kebîrin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitâb-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli defînelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudâta serpilen ve evkâta takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvîmidir. İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi, senin hayatının sûreti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:
Hayatın bir kelime-i mektûbedir, kalem-i Kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür; görünüp ve işitilip, Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder. İşte hayatının sûreti, bu gibi emirlerdir.
Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete aynalıktır. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrâkiyesi hükmünde bir câmiiyetle, Zât-ı Ehad-i Samede aynalıktır.
Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip, sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir, Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir, kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meâl-i şerifi olan,
b595.gif
(Ben göklere ve yere sığmam. Hayrettir ki, mü'minlerin kalbine sığarım. )denilmiştir.
İşte, ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gâyâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazîneleri câmi' olduğu halde, hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki, hiç ender hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsâniyeye, geçici lezâiz-i dünyeviyeye sarf edip zâyi edersin. Eğer zâyi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden
b596.gif

( Yemin olsun güneşe ve aydınlığına. • Ve onu takip eden aya. • Ve onu gösteren güne. • Ve onu örten geceye. • Ve gökyüzüne ve onu binâ edene. • Ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene. • Ve insana ve onu intizamla yaratana.• Sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. • Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. • Nefsini günaha daldıran da hüsrâna düşmüştür. (Şems Sûresi: 1-10.) ) sûresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.
b597.gif

(Allahım, risâlet semâsının güneşi, nübüvvet burcunun ayı olan yüce Peygambere (a.s.m.), onun hidâyet yıldızları olan Al ve Ashâbına salât ve selâm eyle. Bize, erkek ve kadın mü'minlere merhamet et. Amin, âmin, âmin. (Duâ))
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst