Önemli olan Müslüman olarak ölebilmek

rüzgar gülü

Daimi Üye
Katılım
20 Şubat 2009
Mesajlar
10.973
Tepki
10.147
Puan
113
Yaş
43
Konum
istanbul
Bir insanın Müslüman olarak yaşaması, onun Müslüman olarak ölmesi için önemli bir husustur.

kursu.jpg


Bir hadis-i şerifte Efendimiz -hadis kriterleri açısından tenkidi yapılabilir- "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz." buyurur. Yani öbür âlem, müminin ölüm halindeki durumuna göre şekillenmektedir. Ölüm halindeki durum ise müminin yaşadığı hayat çizgisinde cereyan eder. Bir hayat fevkalâde nezih ve çok üst seviyede yaşanmış, her dem Rable irtibat korunmuş, kafa ve ruhtaki her fakülteye, Allah'a ait mana ve ruh işlenmiş ise, bu dünyadan göçme de - Allah'ın tevfik ve inâyetiyle - aynı istikamette olacaktır. Buna mukabil iman mevzuunda derinleşilememişse, bu defa da insan, öyle bir boşlukla bu dünyadan göçüp gidecektir.
İmam Kurtubî'nin "Tezkire"si ve benzeri eserlerde gördüğümüz gibi seleften öyle kimseler vardır ki, vefat ederlerken adeta kanatlanıp uçmuşlardı. Zira böyleleri hayatları boyunca Kur'an'la iştigal etmiş, onu sevmiş ve ona gönül vermiş kimselerdir ki, bunlar komada dahi olsalar gürül gürül Kur'an okumuş ve dilleri Hak adına hiç susmamıştır. Zira bu mesele onlar için artık bir şuuraltı olmuş ve adeta onların iç melekeleri dinamosu haline gelmişlerdir. Hayatında namazın büyük bir yeri olan Müslüman için ölüm anında en tatlı şey, Rabbisinin huzurunda başını yere koyup secde haline gelmesidir. Hadiste bildirildiği üzere insanın Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir. (Bkz.: Müslim, Salât, 215) İşte böyle bir insan secde halinde ruhunu Rabbisine teslim etmek ister. Nitekim bu şekilde vefat edenler de vardır ki merhum Ahmet Naim de bunlardan biridir.

Buna mukabil öbür kutupta da öyle kimseler vardır ki –hafizanallah- onlar da "falanda benim alacağım vardı, bir zamanlar tefecilik etmiştim ben onunla, filan yerde bir iki işten gelecek var" diyerek öbür âleme öyle yuvarlanıp gitmişlerdir. Evet, bu sözleri söyleye söyleye, bu hezeyanlar içinde ruhunu teslim eden nice kimseler olmuştur. Zira insan nasıl yaşamışsa onun yaşantısı, onun şuuraltı haline gelmiş olur. İnsan kendinden geçince şuuraltı olan hususlar hortlar ve insanı belli ölçüde baskı altına alır. Bu durum kabre kadar uzayıp gider. Hatta o derecede ki bunun bir uzantısı olarak kabirde melek gelip ona Rabbisini ve kitabını sorduğunda o, "sepeti getirin, verin onlara otları, samanı götürün" gibi sözler söylemesi ihtimal dâhilindedir.

MÜSLÜMAN OLARAK ÖLEBİLMEK

Rabbimizden dileğimiz bizim encamımızı hayırlı etmesidir. Bundan dolayı Kur'an, "Sakın zinhar, başka şekilde değil, Müslüman olarak ölmeye çalışın." (Âl-i İmrân, 3/102) buyurur. Bu arada akla şöyle bir soru da gelebilir: "Müslüman olarak ölmek elimizde mi?" Fakat unutmamalı ki müminler olarak elimizdeki imkânları kullanma mecburiyetindeyiz. Bir kere sevap, sevabı doğurur. Evet, bir hadis-i şerifte ifade edildiği üzere hayırdan hayır doğar, hayır hayrı netice verir. Mesela, Allah, sadaka veren bir müminin kalbini yumuşatır ve ona ibadet aşkı verir. Ondaki bu ibadet aşkı, yeni hayırlar yapma aşkını doğurur. Böylece mümin yeniden bir daha koşar ve koşmalar olumlu koşmalara vesile olur.

Bana, gençliğini hep namaz ve niyaz içinde geçirdiğini bildiğim bir arkadaşımı anlattılar. Demişlerdi ki: "Namazda rukûya giderken, eline dayandı ve gitti. Sonra arka üstü yatırdılar ve ardından vefat etti." Bir başkasının da secdeye giderken "Allahu Ekber" dedikten sonra başını koyup vefat ettiğini söylediler. Evet, insan hangi duygularla dolu ise, Rabbim de onu öyle öldürür. Tabii bu demek değildir ki namazda veya secdede ölmeyen fena bir halde gitmiştir. Hatta söylemesi gerekli olan şeyleri ağzına almadan ölenin de fena halde gittiği söylenemez. Hâşâ, hiç kimse böyle bir şey diyemez ve bunu iddia da edemez. Fakat güzel yaşayan, sonra da hayatını iyi mühürleyen bir insan vefat ederken -Allah'ın tevfik ve inayetiyle- her hâlukârda iyi gider. Hafizanallah fena şeyleri şuuraltı yapmış bir kimsenin de akıbetinden korkulur/korkulmalıdır da.

Mevzu ile alakalı diğer bir husus da şudur: İnsanın, Rabbisine olan imanı, hayatı boyunca ruhuna öyle işlemeli ki, şeytanın eli o imanı onun içinden söküp atamamalı ve kendisine toslayan hiçbir tereddüt onu sarsamamalıdır. Evet, insanın her günkü hayatında tefekkürden dantelâlar olmalıdır. Mesela, bizim, Allah inancı mevzuunda kanaatimize bir tek delil yeter, Rabbimize -inşallah- öyle inanmışız ki aksine ihtimal vermiyoruz; fakat yine de bu inancımızı öyle takviye etmek gerekir ki, karşımıza bin felsefe çıksa, bize fünun-u müsbetenin inkâra götürücü yüzlerce pozitif neticelerini anlatsalar, bin tane ışık oyunuyla gözlerimizi bağlayıp bakışımızı bulandırmak isteseler, bizler O'na, ilmin takviyesiyle muhkem kaziyeler halinde öyle inanmalı ve öyle sağlam durmalıyız ki, mahall-i imanımıza ne insî ne de cinnî şeytanların eli ulaşamamalıdır. Hatta iman sadece kalbimizde kalmamalı, adeta damarlarımızdaki kanın içinde dolaşmalıdır.

Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz'in ifadesiyle şeytan, insanın damarlarındaki kanın içinde dolaşır, alyuvarlara ve akyuvarlara biner, kalbine uğrar, fitne sokar; onun beynine girer ve kafasını karıştırır. İman, müminin kanı içinde öyle hareket etmelidir ki, şeytan her yerde iman gücüyle boğulmalı, iman da sırrımıza girip hafâmızı fethetmelidir. Evet, bizler Rabbimizle öyle bir münasebet içine girmeliyiz ki başkaları onu hiç anlayamamalı, şeytan da ona muttali olamamalı. O noktayı sadece Rabbimiz bilmeli ve bizim kalbimiz sezmeli. Bu konuda sürekli ilerleyerek ilimden ve kâinattan gelen şüphe ve tereddütlere öyle kapalı olmalıyız ki şeytan son demde değişik oyunlarla kafamızı bozmasın. Tabii ki bu da hayatımız boyunca, ameliyat-ı fikriyede bulunmaya ve fevkalâdeden tefekküre bağlıdır.
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst