300 YIL ÖNCESİNDE A’DAN Z’YE KADIN
SÖZLÜKLER “kadın”ı “dişi cinsiyeti! insan; insanı do*ğuran”, “evlenmiş kız”, “eskiden ‘bayan’ anlamına kullanılan bir unvan” vb. bi*çimlerde tanımlıyorlar. Şu “bayan” sözcüğünü, neden*dir bilmem, oldum olası sevmemiş, benimsememişimdir, “hanım” dururken, “kadın” dururken, “hanımefen*di” dururken… Her neyse… Konumuz “Türk kadını”, “bizim kadınımız”… Ama, 300 yıl önceki, zaman zaman da daha önceki Türk kadını, “doğumu, yetişmesi, evlenmesi, ay*rıntılarıyla yaşamı…” Yani, elden geldiğin*ce A’dan Z’ye 300 yıl önceki kadınımız, kadınlarımız…
DOĞUM GELENEKLERİ
300 yıl önceki yaşantımızı, gelenekleri*mizi anlatan belgelere göre, o zamanlar doğum ve lohusalıkla ilgili günümüze göre “garip” ve efsaneye dayalı birtakım gele*nek ve görenekler vardı. Doğum, genellikle bu işi ya annelerinden ya da kendiliklerin*den öğrenen “mahalle ebeleri” tarafından yapılırdı. Bu durum, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında da uzun zaman sürdü gitti. Eşi, ebe olan bir başbakanımız bile vardır…
Aileler tarafından, doğum öncesi çö*zümlenmesi gereken sorunların ilki, uygun bir ebe bulmaktı. Çünkü, o dönemde okul*larda eğitimden geçmiş, sınav vermiş ebeler yoktu. Dediğimiz gibi, ebeler ya an*nelerinden gördükleri bu işi yürüten ya da geçimlerini sağlamak için bu işi öğrenmiş, çoğu yaşlı ya da yaşlıca kadınlardan ibaret*ti. Çağın ünlü nüktedanlarından biri bu konuda şöyle demiştir: “Karnı burnunda olursa gebe, burnu karnında olursa ebe*dir”… Bu yaşlı kadınlar, ebe hanımların yanında uygun bir süre bulunarak, edindik*leri ilkel bilgi ve yöntemleri kendilerine sermaye edinip ebelik işini yapmaya artık Kendilerini yetkili sayarlardı. Bunların bazı*larının bilgisizlikleri yüzünden birtakım üzücü olaylar eksik olmazdı. Bu bakımdan, kadınlar arasında çocuk doğurmak “ürkü*tücü bir olay” gibi görünürdü… İşte bu nedenle, gerek ebe kadının (çocuklar ebe ana, ebe anne de derlerdi) ve gerekse aile*sinin güven duyabilmesi için konu komşu, hısım akraba aralarında günlerce araştır*ma ve soruşturmalar yapar, bin bir güçlük ten sonra güvenli bir ebe sağlanırdı. Ebe hanımın, doğumun kendisine verildiğinden haberdar edilmesi, ona armağan olarak birkaç okka (1283 gr: 1 okkadır) şeker ve kahve gönderilmesiyle olurdu; bu, bir gele*nekti.
Bu şekilde seçilen ebe, zaman zaman hamile kadının evine gelir ve muayeneleri*ni yapardı. Doğumdan aşağı yukarı bir hafta, on gün önceden çocuğun kundağının hazırlanması, ebenin ilk görevleri arasın*daydı.
Bir de “ağzı sıkı”, “sır sakladığına ina*nılan ebeler” vardı. Gizli doğuracak, doğumu saklayacak ya da çocuk düşürecek kadınlara bakan bu ebelerin çoğu Musevi idi.
Çocuk düşürmenin önlenmesi için da*ha sonraki tarihlerde, 1858fde hükümetçe bazı önlemler alındı. Önce, doktorlar ve ec*zacılara düşük ile ilgili ilaçları vermeyecek*leri yolunda İstanbul Kadılığı ve azınlıkların dini liderleri tarafından yemin ettirildi. An*cak, mahallesinin imam ve muhtarlarınca geçim sıkıntısında olup, beş çocuktan fazla çocuğu olduğu bildirilenlere, düşük ilaçla*rının satışı serbest bırakıldı. Bunun dışında çocuk düşürenlerin ihbarı istendi. 1861’de (yani bundan 130 yıl önce) Müslüman, Hıris*tiyan ve Musevi ebelerin Mekteb-i Tıbbiye tarafından sınavları yapılarak ellerine izin*nameler verildi. Aksine davrananların adlarının, lakaplarının, adreslerinin imam ve muhtarlarca ilgililere haber verilmesi emir ve ilan olundu.
DOĞUM ZAMANI GÖRENEKLERİ
Doğum zamanı tamamı tamamına saptanamazsa da bazı belirtilerle az çok anla*şıldığından ebe hanım derhal çağrılır, Özel iskemlesiyle birlikte gelirdi.
Bunun sonrasını, 1924’te On Üçüncü Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı adlı yazı dizisi gazetelerde yayımlanan Ali Rıza Bey’den dinleyelim: “Doğum yapacak kadının ferya*dını duyan ve ağrıyla kıvranışını gören hane halkı arasında tedirginlik ve üzüntü giderek artar, kadere boyun eğilerek sonuç beklenir. Bu arada lohusanın etrafında biri*ken yaygaracı kadınların telaşı, güçlüğü artırır. Bu ara, ‘çocuk ters gelmiş ya da çatı*da kalmış’ gibi zıt ve gerçeğe uymayan ve heyecan verici sözler ortalıkta dolaşır du*rur, helecan bir kat daha şiddetlenmeye başlar ve evde gözle görünür bir bunalım hissedilir. Bu arada, sanatında zaten nasibi olmayan (mesleğinde uzman olmayan) ebe hanım da şaşırıp doğumun normal olmaya*cağını sanır ve böylece birtakım hatalar ve bu yüzden de çeşitli üzücü olaylar da mey*dana geldiği görülürdü. Sonraları fikir ayrı*lıklarını gidermek ve muhtemel bir kötü olayı önlemek için ortaya yeni çıkmaya başlamış uzman hekimlerin çağrılması ebe hanım tarafından aile reisine teklif edilmesi âdet oldu. Çocuk, selametle alındığı ve ge*be kadın kurtulduğu anda ev halkı (bir oğlumuz ya da bir kızımız oldu) diyerek se*vinçlerini belirtir ve müjdeler. Kurbanlar kesilir, sadakalar verilir, böylece ailenin eski sevinç ve neşesi yerine gelirdi.”
DOĞUMDAN HEMEN SONRA
Feminist hanım kardeşlerimiz alınma*sınlar, Türk toplumunda oğlan çocuğu kız çocuğuna oldum olası yeğ tutulurdu. Günü*müzde bile, Anadolu’da ve Trakya’da bazı yörelerde bir erkeğe “Kaç çocuğun var?” diye sorulduğunda sadece oğullarının sayı*sını söylemekle yetinir, soru sorulan, kızla*rı; evet kızları, onların sayısını, sorulursa söyler… Neyse…Doğumdan sonra ebe hanım çocuğu yı*kar, tuzlar, tatlı dilli olması için ağzına şeker sürer, sesinin güzel olması isteniyor*sa göbeğini biraz uzunca keser ve çocuğu kendisi kundaklayarak sırasıyla aile birey*lerinin kucaklarına verirdi. Aile bireylerinin hepsi de ebe hanımın bahşişini vermekten kaçınmazlardı. Önceden zaten hazırlanmış bir kat elbise, usul gereğince birkaç kalıp da sabun ilave edilerek bir bohçaya konur ve ebe hanıma verilirdi…
Lohusa kadın ise önce yer yatağına ya*tırılır, arkasına ve ayaklarına sıcak suyla doldurulmuş şişeler konur, çay ya da ıhla*mur gibi sıcak şeyler içirtilerek iyice örtü*lüp dinlenmesi sağlanırdı…”
LOHUSA YATAĞI
Doğum yapan kadın, artık el üstündedir, Öteden beri gelenek olan; her ailenin duru*muna ve gücüne göre, muntazam bir lohu*sa yatağı hazırlamaktır. Doğumun ertesi günü, lohusa ve çocuk bu yatağa alınırdı. O günden itibaren lohusaya, baldırıkara (eğ-reltiotugillerden, nemli yerlerde yetişen, yaprakları at yelesini andıran ve süs bitkisi olarak saksılarda yetişen bir bitki cinsi, adi-anhum denilen ottan kaynatılarak günde bir fincan içirilirdi. Çocuğun yüzüne biri be*yaz, öteki yeşil tülden iki duvak konur, kundağına incili nazarlık takılır, başucuna da Kuran-ı Kerim asılırdı. Şekercilerde satı*lan tarçınlı, baharatlı, baklava biçimi kesil*miş şekerlerden alınıp kaynatılır (lohusa şerbeti) ve sürahilere konurdu. Sürahiler kırmızı tülle sarılırdı. Eğer çocuk erkekse sürahinin kapağı sarılmaz; kız ise, kapağın da tülle sarılması gerekir (artık, nedendir bilinmez). Lohusa şerbeti akrabalara, din adamlarına ve ahbaplara gönderilerek, do*ğum resmen bildirilmiş olurdu… Şerbeti götürene gittiği yerden bahşişler verilirdi.
300 yıl önceki kadınlarımızca dikkat ve özen gösterilen konulardan biri de albas-maması için lohusayı oda*sında yalnız bırakmamaktı. Her ihtimale karşı oda kapı*sının arkasına bir süpürge koymak ihmal edilmezdi. O sıralarda lohusaya bir rahatsızlık gelirse ‘süt hastasıdır’ diyerek, buna pek fazla önem vermezlerdi.
İkinci, üçüncü günden itibaren konu komşu, hısım akraba göz aydınına gelirler;çocuğa altın takar ya da kurabiye ve benzeri (tabii ev halkı için, lohusa için) getirirlerdi. Ziyaretçilere önce kahve, sonra sıcak lohusa şerbeti sunulurdu. (Loğusa deyip duruyorum, yeni doğum yapmış ka*dın anlamına gelen sözcük, dilimize Yunanca aynı anlamdaki lehusa sözcüğünden girmiş) Evet, lohusa şerbetini içenlerin “Allah lohusanın sütünü gür etsin!” diye dua etmeleri adetti…
AD KOYMA…
Doğumun üçüncü günü, yıldızlar ilmin-deki bilgisine aile reisi tarafından inanılan bir müneccimin belirlediği, uğurlu ve mut*lu sayılan bir saatte çocuğun adı konurdu. Ad, genellikle Kuranı Kerim’de adı geçen din ulularının adlarından seçilirdi. Adı ko*yacak olan baba, lohusanın yanına gele*rek çocuğunu kucağına alır, kulağına üç kez ezan okur ve kararlaştırılan adı üç kez söyler, böylelikle kız ya da erkek, çocuğun ömrü boyunca taşıyacağı ad konulmuş olurdu.
SON GÜN TOPLANTISI
Lohusalığın altıncı günü, son günü top*lantısıydı, önceleri hatır sormaya, geçmiş olsuna gelmiş olanlar özellikle bu toplantı*ya çağrılırlardı. Toplantıların çoğunda bir hanım hoca önce mevlit okurdu. Akşama, kına gecesiydi. Bütün davetliler beklenir, sabaha kadar çengiler oynar, geceyarısı “Beşik Çıkma” merasimi yapılırdı. Beşik, ince oymalı, işlemeli ve tahtadan yapılmış olur, içine değerli kumaşlardan sırma yas-tık ve yorgan konulurdu. Beşiğin altındaki oyulmuş yuvarlak yere yerleştirilen çocu*ğun lazımlığının içine badem şekeri doldu*rulurdu, bu şeker, ebe hanıma aitti. Beşiğe, çocuğun babası ve hısım akrabası tarafından değerli kumaşlardan askılar asılırdı ve bunlar da ebe hanımın hakkıydı. Lohusanın kayınpederi çocuğa mücevher*li maşallah, kayınvalidesi Armudiye ve öteki aile üyeleri de güçlerine göre Mah*mudiye veya Rabiye altını tekrarlardı.
BEŞİK ÇIKMA MERASİMİ
Bu merasim için önce ebe hanım çen*gilerle (Profesyonel kadın oyuncular; çoğu çingene ya da gayrimüslimdi) birlikte aşa*ğı kata iner, beşiği muhafaza edildiği odadan çıkarırlar, önünden ve arkasından iki kadın tutar, soygun denilen ve düğün*lerde hizmetçilik eden hamam ustaları, beşiğin dört bir tarafında kırmızı, yeşil fitil*li mumları (Şem’a denilen bu mumlar çeşitli resimlerden ve nahilci denilen es*naf tarafından yapılırdı) ellerine alır, ebe hanım beşiğin önüne düşer, çalgıcılar ça*lar, çengiler oynayarak yavaş yavaş yukarı kata çıkarlardı. Alay, misafir hanım*ların önünden geçerek lohusanın odasına girer, beşik, odanın ortasına bırakılırdı. Ebe hanım, beşiğin başucuna oturarak ha*fif bir sesle ninni söylerdi; buna, gene hafiften çalgıcılar da eşlik ederdi. Bu ara*da, merasimi izleyenler çalgıcı ve çengicilere çeşitli bahşişler verirlerdi.
YEMİŞ ÇIKMA MERASİMİ
Beşik çıkma merasimini yemiş çıkma merasimi izlerdi. Büyük bakır ya da gümüş sinilere yemiş tabakları konulur, siniler çepeçevre allı yeşilli mumlarla donatılır ve yemişler misafirlere sunulurdu. Bu yemiş*ler badem, kuru incir, kestane, iğde, keçi boynuzu, habbülleziz (Akdeniz bölgesinde yetişen bir ağacın yağlı ve tatlı meyvesi, dut kurusunu andırırdı), fındık, hurma, üzüm ve benzeri kuruyemişlerdi. Sonrala*rı taze mevsim meyveleri de verilmeye başlandı. Daha sonra çengiler çeşitli oyunlar oynar ve toplantı geç vakitlerde son bulurdu.
Lohusalığın yedinci günü lohusa yatağı kaldırılır, lohusanın karnı şiş kalmaması için ebe hanım tarafından sarılıp bağlanır*dı. Ebe hanım, çocuğu yıkayıp kundakladıktan sonra evine giderdi.
KIRK HAMAM GELENEĞİ
O dönemlerdeki uzun yıllar devam etmiştir- bir de “Kırk Hamam Adeti” vardı.Doğumdan sonra kırkıncı gün, lohusa ve bebeği hamama götürülürdü. Hamama,akrabalar, komşular ve tanıdıklar davet edilirlerdi. Lohusayı, ebe hanımın kuca*ğındaki çocuğu, çalgıcılar ve çengiler çalıp oynayarak hamamın dışında üç kez dolaştırırlardı. Bundan sonra içeriye girilir, çengi, çalgı, eğlence, yiyip içme akşama kadar sürüp giderdi. Kırk hamamı için, hamama ikinci bir çocuk gelecek olur*sa, kırk basmaması için, çocuk hemen kucağa alınıp havaya kaldırıldı; bu davra*nış, bir gelenekti.
SÖZLÜKLER “kadın”ı “dişi cinsiyeti! insan; insanı do*ğuran”, “evlenmiş kız”, “eskiden ‘bayan’ anlamına kullanılan bir unvan” vb. bi*çimlerde tanımlıyorlar. Şu “bayan” sözcüğünü, neden*dir bilmem, oldum olası sevmemiş, benimsememişimdir, “hanım” dururken, “kadın” dururken, “hanımefen*di” dururken… Her neyse… Konumuz “Türk kadını”, “bizim kadınımız”… Ama, 300 yıl önceki, zaman zaman da daha önceki Türk kadını, “doğumu, yetişmesi, evlenmesi, ay*rıntılarıyla yaşamı…” Yani, elden geldiğin*ce A’dan Z’ye 300 yıl önceki kadınımız, kadınlarımız…
DOĞUM GELENEKLERİ
300 yıl önceki yaşantımızı, gelenekleri*mizi anlatan belgelere göre, o zamanlar doğum ve lohusalıkla ilgili günümüze göre “garip” ve efsaneye dayalı birtakım gele*nek ve görenekler vardı. Doğum, genellikle bu işi ya annelerinden ya da kendiliklerin*den öğrenen “mahalle ebeleri” tarafından yapılırdı. Bu durum, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında da uzun zaman sürdü gitti. Eşi, ebe olan bir başbakanımız bile vardır…
Aileler tarafından, doğum öncesi çö*zümlenmesi gereken sorunların ilki, uygun bir ebe bulmaktı. Çünkü, o dönemde okul*larda eğitimden geçmiş, sınav vermiş ebeler yoktu. Dediğimiz gibi, ebeler ya an*nelerinden gördükleri bu işi yürüten ya da geçimlerini sağlamak için bu işi öğrenmiş, çoğu yaşlı ya da yaşlıca kadınlardan ibaret*ti. Çağın ünlü nüktedanlarından biri bu konuda şöyle demiştir: “Karnı burnunda olursa gebe, burnu karnında olursa ebe*dir”… Bu yaşlı kadınlar, ebe hanımların yanında uygun bir süre bulunarak, edindik*leri ilkel bilgi ve yöntemleri kendilerine sermaye edinip ebelik işini yapmaya artık Kendilerini yetkili sayarlardı. Bunların bazı*larının bilgisizlikleri yüzünden birtakım üzücü olaylar eksik olmazdı. Bu bakımdan, kadınlar arasında çocuk doğurmak “ürkü*tücü bir olay” gibi görünürdü… İşte bu nedenle, gerek ebe kadının (çocuklar ebe ana, ebe anne de derlerdi) ve gerekse aile*sinin güven duyabilmesi için konu komşu, hısım akraba aralarında günlerce araştır*ma ve soruşturmalar yapar, bin bir güçlük ten sonra güvenli bir ebe sağlanırdı. Ebe hanımın, doğumun kendisine verildiğinden haberdar edilmesi, ona armağan olarak birkaç okka (1283 gr: 1 okkadır) şeker ve kahve gönderilmesiyle olurdu; bu, bir gele*nekti.
Bu şekilde seçilen ebe, zaman zaman hamile kadının evine gelir ve muayeneleri*ni yapardı. Doğumdan aşağı yukarı bir hafta, on gün önceden çocuğun kundağının hazırlanması, ebenin ilk görevleri arasın*daydı.
Bir de “ağzı sıkı”, “sır sakladığına ina*nılan ebeler” vardı. Gizli doğuracak, doğumu saklayacak ya da çocuk düşürecek kadınlara bakan bu ebelerin çoğu Musevi idi.
Çocuk düşürmenin önlenmesi için da*ha sonraki tarihlerde, 1858fde hükümetçe bazı önlemler alındı. Önce, doktorlar ve ec*zacılara düşük ile ilgili ilaçları vermeyecek*leri yolunda İstanbul Kadılığı ve azınlıkların dini liderleri tarafından yemin ettirildi. An*cak, mahallesinin imam ve muhtarlarınca geçim sıkıntısında olup, beş çocuktan fazla çocuğu olduğu bildirilenlere, düşük ilaçla*rının satışı serbest bırakıldı. Bunun dışında çocuk düşürenlerin ihbarı istendi. 1861’de (yani bundan 130 yıl önce) Müslüman, Hıris*tiyan ve Musevi ebelerin Mekteb-i Tıbbiye tarafından sınavları yapılarak ellerine izin*nameler verildi. Aksine davrananların adlarının, lakaplarının, adreslerinin imam ve muhtarlarca ilgililere haber verilmesi emir ve ilan olundu.
DOĞUM ZAMANI GÖRENEKLERİ
Doğum zamanı tamamı tamamına saptanamazsa da bazı belirtilerle az çok anla*şıldığından ebe hanım derhal çağrılır, Özel iskemlesiyle birlikte gelirdi.
Bunun sonrasını, 1924’te On Üçüncü Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı adlı yazı dizisi gazetelerde yayımlanan Ali Rıza Bey’den dinleyelim: “Doğum yapacak kadının ferya*dını duyan ve ağrıyla kıvranışını gören hane halkı arasında tedirginlik ve üzüntü giderek artar, kadere boyun eğilerek sonuç beklenir. Bu arada lohusanın etrafında biri*ken yaygaracı kadınların telaşı, güçlüğü artırır. Bu ara, ‘çocuk ters gelmiş ya da çatı*da kalmış’ gibi zıt ve gerçeğe uymayan ve heyecan verici sözler ortalıkta dolaşır du*rur, helecan bir kat daha şiddetlenmeye başlar ve evde gözle görünür bir bunalım hissedilir. Bu arada, sanatında zaten nasibi olmayan (mesleğinde uzman olmayan) ebe hanım da şaşırıp doğumun normal olmaya*cağını sanır ve böylece birtakım hatalar ve bu yüzden de çeşitli üzücü olaylar da mey*dana geldiği görülürdü. Sonraları fikir ayrı*lıklarını gidermek ve muhtemel bir kötü olayı önlemek için ortaya yeni çıkmaya başlamış uzman hekimlerin çağrılması ebe hanım tarafından aile reisine teklif edilmesi âdet oldu. Çocuk, selametle alındığı ve ge*be kadın kurtulduğu anda ev halkı (bir oğlumuz ya da bir kızımız oldu) diyerek se*vinçlerini belirtir ve müjdeler. Kurbanlar kesilir, sadakalar verilir, böylece ailenin eski sevinç ve neşesi yerine gelirdi.”
DOĞUMDAN HEMEN SONRA
Feminist hanım kardeşlerimiz alınma*sınlar, Türk toplumunda oğlan çocuğu kız çocuğuna oldum olası yeğ tutulurdu. Günü*müzde bile, Anadolu’da ve Trakya’da bazı yörelerde bir erkeğe “Kaç çocuğun var?” diye sorulduğunda sadece oğullarının sayı*sını söylemekle yetinir, soru sorulan, kızla*rı; evet kızları, onların sayısını, sorulursa söyler… Neyse…Doğumdan sonra ebe hanım çocuğu yı*kar, tuzlar, tatlı dilli olması için ağzına şeker sürer, sesinin güzel olması isteniyor*sa göbeğini biraz uzunca keser ve çocuğu kendisi kundaklayarak sırasıyla aile birey*lerinin kucaklarına verirdi. Aile bireylerinin hepsi de ebe hanımın bahşişini vermekten kaçınmazlardı. Önceden zaten hazırlanmış bir kat elbise, usul gereğince birkaç kalıp da sabun ilave edilerek bir bohçaya konur ve ebe hanıma verilirdi…
Lohusa kadın ise önce yer yatağına ya*tırılır, arkasına ve ayaklarına sıcak suyla doldurulmuş şişeler konur, çay ya da ıhla*mur gibi sıcak şeyler içirtilerek iyice örtü*lüp dinlenmesi sağlanırdı…”
LOHUSA YATAĞI
Doğum yapan kadın, artık el üstündedir, Öteden beri gelenek olan; her ailenin duru*muna ve gücüne göre, muntazam bir lohu*sa yatağı hazırlamaktır. Doğumun ertesi günü, lohusa ve çocuk bu yatağa alınırdı. O günden itibaren lohusaya, baldırıkara (eğ-reltiotugillerden, nemli yerlerde yetişen, yaprakları at yelesini andıran ve süs bitkisi olarak saksılarda yetişen bir bitki cinsi, adi-anhum denilen ottan kaynatılarak günde bir fincan içirilirdi. Çocuğun yüzüne biri be*yaz, öteki yeşil tülden iki duvak konur, kundağına incili nazarlık takılır, başucuna da Kuran-ı Kerim asılırdı. Şekercilerde satı*lan tarçınlı, baharatlı, baklava biçimi kesil*miş şekerlerden alınıp kaynatılır (lohusa şerbeti) ve sürahilere konurdu. Sürahiler kırmızı tülle sarılırdı. Eğer çocuk erkekse sürahinin kapağı sarılmaz; kız ise, kapağın da tülle sarılması gerekir (artık, nedendir bilinmez). Lohusa şerbeti akrabalara, din adamlarına ve ahbaplara gönderilerek, do*ğum resmen bildirilmiş olurdu… Şerbeti götürene gittiği yerden bahşişler verilirdi.
300 yıl önceki kadınlarımızca dikkat ve özen gösterilen konulardan biri de albas-maması için lohusayı oda*sında yalnız bırakmamaktı. Her ihtimale karşı oda kapı*sının arkasına bir süpürge koymak ihmal edilmezdi. O sıralarda lohusaya bir rahatsızlık gelirse ‘süt hastasıdır’ diyerek, buna pek fazla önem vermezlerdi.
İkinci, üçüncü günden itibaren konu komşu, hısım akraba göz aydınına gelirler;çocuğa altın takar ya da kurabiye ve benzeri (tabii ev halkı için, lohusa için) getirirlerdi. Ziyaretçilere önce kahve, sonra sıcak lohusa şerbeti sunulurdu. (Loğusa deyip duruyorum, yeni doğum yapmış ka*dın anlamına gelen sözcük, dilimize Yunanca aynı anlamdaki lehusa sözcüğünden girmiş) Evet, lohusa şerbetini içenlerin “Allah lohusanın sütünü gür etsin!” diye dua etmeleri adetti…
AD KOYMA…
Doğumun üçüncü günü, yıldızlar ilmin-deki bilgisine aile reisi tarafından inanılan bir müneccimin belirlediği, uğurlu ve mut*lu sayılan bir saatte çocuğun adı konurdu. Ad, genellikle Kuranı Kerim’de adı geçen din ulularının adlarından seçilirdi. Adı ko*yacak olan baba, lohusanın yanına gele*rek çocuğunu kucağına alır, kulağına üç kez ezan okur ve kararlaştırılan adı üç kez söyler, böylelikle kız ya da erkek, çocuğun ömrü boyunca taşıyacağı ad konulmuş olurdu.
SON GÜN TOPLANTISI
Lohusalığın altıncı günü, son günü top*lantısıydı, önceleri hatır sormaya, geçmiş olsuna gelmiş olanlar özellikle bu toplantı*ya çağrılırlardı. Toplantıların çoğunda bir hanım hoca önce mevlit okurdu. Akşama, kına gecesiydi. Bütün davetliler beklenir, sabaha kadar çengiler oynar, geceyarısı “Beşik Çıkma” merasimi yapılırdı. Beşik, ince oymalı, işlemeli ve tahtadan yapılmış olur, içine değerli kumaşlardan sırma yas-tık ve yorgan konulurdu. Beşiğin altındaki oyulmuş yuvarlak yere yerleştirilen çocu*ğun lazımlığının içine badem şekeri doldu*rulurdu, bu şeker, ebe hanıma aitti. Beşiğe, çocuğun babası ve hısım akrabası tarafından değerli kumaşlardan askılar asılırdı ve bunlar da ebe hanımın hakkıydı. Lohusanın kayınpederi çocuğa mücevher*li maşallah, kayınvalidesi Armudiye ve öteki aile üyeleri de güçlerine göre Mah*mudiye veya Rabiye altını tekrarlardı.
BEŞİK ÇIKMA MERASİMİ
Bu merasim için önce ebe hanım çen*gilerle (Profesyonel kadın oyuncular; çoğu çingene ya da gayrimüslimdi) birlikte aşa*ğı kata iner, beşiği muhafaza edildiği odadan çıkarırlar, önünden ve arkasından iki kadın tutar, soygun denilen ve düğün*lerde hizmetçilik eden hamam ustaları, beşiğin dört bir tarafında kırmızı, yeşil fitil*li mumları (Şem’a denilen bu mumlar çeşitli resimlerden ve nahilci denilen es*naf tarafından yapılırdı) ellerine alır, ebe hanım beşiğin önüne düşer, çalgıcılar ça*lar, çengiler oynayarak yavaş yavaş yukarı kata çıkarlardı. Alay, misafir hanım*ların önünden geçerek lohusanın odasına girer, beşik, odanın ortasına bırakılırdı. Ebe hanım, beşiğin başucuna oturarak ha*fif bir sesle ninni söylerdi; buna, gene hafiften çalgıcılar da eşlik ederdi. Bu ara*da, merasimi izleyenler çalgıcı ve çengicilere çeşitli bahşişler verirlerdi.
YEMİŞ ÇIKMA MERASİMİ
Beşik çıkma merasimini yemiş çıkma merasimi izlerdi. Büyük bakır ya da gümüş sinilere yemiş tabakları konulur, siniler çepeçevre allı yeşilli mumlarla donatılır ve yemişler misafirlere sunulurdu. Bu yemiş*ler badem, kuru incir, kestane, iğde, keçi boynuzu, habbülleziz (Akdeniz bölgesinde yetişen bir ağacın yağlı ve tatlı meyvesi, dut kurusunu andırırdı), fındık, hurma, üzüm ve benzeri kuruyemişlerdi. Sonrala*rı taze mevsim meyveleri de verilmeye başlandı. Daha sonra çengiler çeşitli oyunlar oynar ve toplantı geç vakitlerde son bulurdu.
Lohusalığın yedinci günü lohusa yatağı kaldırılır, lohusanın karnı şiş kalmaması için ebe hanım tarafından sarılıp bağlanır*dı. Ebe hanım, çocuğu yıkayıp kundakladıktan sonra evine giderdi.
KIRK HAMAM GELENEĞİ
O dönemlerdeki uzun yıllar devam etmiştir- bir de “Kırk Hamam Adeti” vardı.Doğumdan sonra kırkıncı gün, lohusa ve bebeği hamama götürülürdü. Hamama,akrabalar, komşular ve tanıdıklar davet edilirlerdi. Lohusayı, ebe hanımın kuca*ğındaki çocuğu, çalgıcılar ve çengiler çalıp oynayarak hamamın dışında üç kez dolaştırırlardı. Bundan sonra içeriye girilir, çengi, çalgı, eğlence, yiyip içme akşama kadar sürüp giderdi. Kırk hamamı için, hamama ikinci bir çocuk gelecek olur*sa, kırk basmaması için, çocuk hemen kucağa alınıp havaya kaldırıldı; bu davra*nış, bir gelenekti.