Sessizligin Sesi

Aslı Oktay

Daimi Üye
Katılım
30 Haziran 2011
Mesajlar
12.828
Tepki
19.322
Puan
113
Yaş
35
Konum
İstanbul
SESSİZLİĞİN SESİ

Hayallerin, rüyaların şehri İstanbul, yorgun bir yaz gününü daha geride bırakmış, gecenin serin ve siyah yorganını üstüne çekmiş tatlı bir uykuya dalmıştı. Koca İstanbul uykuya dalmıştı dalmasına ama uykuya dalmayan, daha doğrusu dalamayan şehrin sakinleri vardı. Şehrin kimsesiz, yoksul sakinleri… Varoşlarda, gecekondularda yaşayan talihsiz sakinleri… Kimisinin adı Ahmet’ti kimisininki ise Mehmet. Onlar şehrin sakinleriydiler ama sakinlik onların şehri olmamıştı hiç.
Bu sakinlerden birisiydi Adil Amca. Kırk yaşlarında bir Anadolu insanıydı. Esmere çalan yüzünde her bir yaşın getirdiği kırışıklar vardı. O, çocuklarının gözünde bir dağ kadardı. Ama dağları da delenler vardı.
Adil Amca Sivas’ta yılardır emek sarf ettiği gece bekçiliği görevinden çıkarılmıştı apansızca. Dağ gibi Adil amcaya ilk yıkım darbesini vuran, bu haber olmuştu. Aylarca işsiz dolaşmıştı Sivas’ın soğuk kaldırımlarında. Sonunda, tası tarağı satıp İstanbul’a gelmişti. Geldiğine iyi mi yoksa kötü mü etmişti kendisi de bilmiyordu.
Geldiğinin kırkıncı günündeydi ama ne bir iş bulabilmişti, ne de gecekondu mahallesinde kiraladığı evine bir aş. Üstelik elindekini avucundakini de tüketmişti. Kırkıncı günün akşamında yine huzursuzdu, yine sıkıntılıydı, yine efkârlıydı Adil Amca. Her zaman yaptığı gibi pencerenin önündeki sedire oturdu ve acımasız şehrin ışıklarını izlemeye koyuldu. Bir ara elini cebine attı. İki buruşuk kâğıt parçası çıkardı. Tüm sermayesi avucunda tuttuğu iki kâğıttı, iki milyondu. Sıkıca kavradı onları. Elinin teriyle ıslanıncaya kadar sıktı, sıktı.. Ve giden günün yorgunluğuyla kendisini uykunun kollarına bıraktı.
Ne zamandır yatağında uyumamıştı Adil Amca. Her defasında camın kenarındaki sedirde uyuyakalır, şefkatli eşi Bahriye Teyze hayat arkadaşının üzerini bir şilte ile örter ve ona nice dualar ederdi.
Gece, yerini çabucak gündüze teslim etti ve güneşin ilk ışıkları aydınlattı Adil Amca’nın evini. Günün ilk ışınları ile uyanmaya alışmıştı Adil Amca. Hemen yerinden doğruldu, üzerine hırkasını aldı ve kapıya yöneldi. Neden sonra, geri döndü ve cebindeki iki buruşuk kâğıttan birini masanın üzerine bıraktı. Olur ya evdekilerinin acil bir ihtiyacı olurdu(!).
Ve kendisini şehrin zalim ama şatafatlı kollarına bıraktı Adil amca. Eminönü’ne gidecek ne olursa olsun bir iş bulacak, olmazsa hamallık yapacak ama asla eve eli boş dönmeyecekti. Cebindeki son bir milyonu da verdi otobüse ve ulaştı merhametsiz şehrin mahşer meydanına.
Gün boyunca dükkânları dolaştı Adil Amca. Bir işçiye ihtiyacı olup olmadıklarını sordu tek tek. Ne iş olsa yapacağını, yeter ki bir iş buyrulmasını söyledi. Ne var ki ne onu işe alan, ne de ona iş buyuran oldu. Aldığı her “Hayır” cevabı bir darbe daha vurdu dağın kalbine, kemirdi dağı içten içe. Sirkeci, Cağaloğlu ve Mahmutpaşa gözlerini kapadılar Adil Amca’nın acınacak haline. Gökteki martılar bile ağlarken Adil Amca’nın hazin haline, yerdekiler bakmadılar yüzüne.
Ve yüzü yerde arşınladı Adil Amca sokakları. Gün batmaya yüz tutarken, Eminönü sahilinin yolunu tuttu. Gâh denize baktı gâh havaya; gâh yere baktı gâh semaya. Ne yapacaktı şimdi. Cebinde beş kuruş parası ve dahası para alabileceği bir işi yoktu. Dilencilik mi yapsaydı? “Hayır” yapamazdı. Yılların vakur adamı bu kadar küçülemezdi. Devasa dağ küçük bir tepe olamazdı.
İntihar etmeyi, kendini denizin derin ve serin sularına bırakmayı düşündü. Ama yapamazdı. Kendine yazık olmasa bile geride bıraktıklarına yazık olacaktı. İçindeki ses, otobüs durağına sürükledi onu.
Durak kalabalıktı, sıra vardı durakta. Sıradakilerin elinde ise poşetler. Kimisinde nişan elbisesi vardı poşetlerin; kimisinde ruhsuz camları süsleyecek ağır paha tüller, perdeler. Kimisinde pastırmalar vardı; kimisinde ise tatlılar, baklavalar.
Adil Amca usulca sindi sıranın en arkasına. Onun değil elleri, cepleri dahi boştu. İçinde fırtınalar, aklında dağdağalar, yüreğinde korlar vardı. Sırada olmasına sıradaydı ama avucunda otobüse binecek tek lirası yoktu. Sıradan çıksa nereye gidecekti? Çıkmasa bilet ücretini nasıl ödeyecekti?
Neyse “Allah Rahim” dedi, “Rahim Allah”.
Ve açıldı kırmızı otobüsün kapısı. Elleri poşetli şehrin insanları bindiler birer birer otobüse. Önce poşetlerini bindirdiler, sonra da kendileri bindiler. Önce poşetlerini oturttular koltuğa, sonrada kendileri oturdular. Hepsi poşetlerini herkesin görebileceği şekilde koydular dizlerinin üstüne.
Poşetler dizlerin, gözler poşetlerin üzerindeydi. “Kimin poşeti daha dolu ve fiyakalı” yarışması vardı gizliden gizliye, kırmızı kutunun içinde.
Ve sıra geldi Adil Amcaya. Binip binmemekte tereddüt etti önce. Ne diyecekti şoföre. Ama merhamet ölmemişti ya. “Bismillah” dedi attı adımını ilk basamağa. Başı önde, gözü yerde, dudağında burukluk, yüzünde kızarıklık eğildi şoförün kulağına:
“Af edersin beyim. Harçlığım yok da. Alır mısın beni otobüse.”
Dilden dökülen üç cümleydi ama dağdan oyulan üç fersah. Sözcükler havada, adil amca bulunduğu yerde dağlanmıştı. Ama zor da olsa söylenmişti üç acı kelam. Söylenmişti ya gerisi kolaydı.
Şoför bir Adil Amca’yı süzdü, bir arkasındaki yolcuları. Ve bağırarak, sesinin en yüksek, en sert, en acımasız tonuyla:
“Peki tamam. Geç hadi, geç. Miskin herifler ne olacak.”
Bu cümleyle birlikte pınarlar boşaldı Adil amcanın gözlerinden. Koca dağ, vakur baba, onurlu adam yerle bir oldu bu sözle. Belki de kâinat yaratılalı beri bir söz bu kadar ağır olmamıştı. Yakmamıştı bir söz yürekleri şimdiye değin bu kadar.
Ağlaya ağlaya, sızlaya sızlaya sığındı Adil Amca bir koltuğa.
Otobüste yoktu tek çıt. Duyulan sadece Adil amcanın hüngür hüngür ağlama sesiydi.
İlk önce poşetlere bakan gözler, sonra dizlerde olan poşetler, sonra da gözlerde biriken damlalar indi yere usul usul.
Sessizlik hâkim olmuştu kırmızı kutuya. Kimse tek kelam etmiyor, ağızları bıçak açmıyordu. Şimdi konuşan sessizlikti. Sessizlik için için dert yanıyordu şehrin insanına. Sitem ediyordu kendisinden başkasını düşünmeyenlere. Herkesten öte, sessizlik ağlıyordu ağlanması gerekene. Sessizliğin sedasına vicdan cevap verdi. Bir yanda sessizlik, bir yanda vicdan dertleştiler derinden derine.
Ve nice zaman sonra, ilk önce yanında oturan yaşlı dede kucakladı Adil Amca’yı. Sonra şoför kalktı yerinden ve dizininin dibine gelerek özür diledi koca Adil’den. Sonra da yerlere indirilip, dizlerin ardına gizlenen poşetler bırakıldı birer birer Adil Amca’nın önüne ve sonrasında bir zarfta toplanan paralar.
Adil amcanın içinde açan bahar yansıdı buruk dudağından. Ve dudağında bir gül tomurcuk açtı. Açan tomurcuk etrafa bir dizi tebessüm saçtı.
Yol boyunca tek ses çıkmadı otobüste. Sessizliğin sesi sardı etrafı. Bu sese vicdanın sesi eşlik etti. Konuşan vicdanlardı şimdi. Vicdanlar konuşunca ne güzel oluyordu. Ama vicdanların konuşması için kelamın sus pus olması, Rahim Olanın rahmetinin akması için ise gözyaşı gerekiyordu.

Mehmet Teber
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst