Alman tarihçinin yeni kitabı Atatürk’le ilgili bilinmeyenleri ortaya koyuyor…
Alman tarihçi Klaus Kreiser’in yazdığı “Atatürk” adlı biyografi, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Kreiser, bu farklı çalışmasında Atatürk’ü zamansal ve mekânsal bir bağlam içine oturtarak daha önceki Atatürk biyografilerinin önüne geçiyor.
Meraklıları için, okunacaklar listesinde ilk sıraya konulması gereken kitapta, Atatürk’le ilgili az bilinen veya hiç bilinmeyen detaylara da yer veriliyor.
İşte “Atatürk” kitabından o detayların bir bölümü:
KEMAL NEDEN KAMAL OLDU?
Cumhurbaşkanı, kendisine Atatürk soyadının verilmesinin ardından giderek artan bir yoğunlukla dilbilimsel buluşlarla uğraştı. Örneğin okul günlerinde edindiği addan pek memnun olmadığından Kemal’in Kamal’a çevrilmesini emretti. Eski Türk dillerinde ‘kamal’ sözcüğü ‘kale’ veya ‘kuşatma’ ve ‘kaya’ anlamında karşımıza çıkıyor. Kamal’ın büyük ünlü uyumuna uygun oluşunun yanı sıra bu manalar da Atatürk’ü yeni ad olarak onu seçmeye teşvik etmiş olabilir. Böylece Osmanlı olan her şeyden uzaklaşmanın bir işareti daha verilmiştir ki, buna Namık Kemal gibi ilerici bir vatansever de dahildir. Partinin ideologları da, hemen hareketi Kamalizm şeklinde adlandırmaya girişmişlerdir.
ASKERİ RÜŞDİYE’DE HANGİ DERSTEN TAM PUAN ALAMADI?
Askeri arşiv, Mustafa Kemal’in Askeri Rüşdiye’nin dördüncü ve son sınıfında elde ettiği puanlara göre aldığı notları bir liste halinde muhafaza etmiştir: Son sınıfta bütün derslerde en yüksek notu (45 ya da 20 puan) almıştı; tek bir istisnayla: “İslam Tarihi” dersinde 45’e ulaşmasına iki puan kalmıştır. Bu talebenin 1922 yılında “Saltanat ve Hilafet” konularında Meclis’teki milletvekillerine bir saatlik bir tarih dersi vereceğini o günlerde kim bilebilirdi?
İKİ KURUŞA BİR MAŞRAPA İÇKİ
Mustafa Kemal Manastır’daki yıllarının karanlık bir yanını sonradan Hasan Reşit’e (Tankut, 1891 – 1980) şu sözlerle anlatmıştır:
"Küçük yaşta öksüz kaldım. Güçbela okudum. Daha çocukken içkiye dadandık. Fakat o zamanlarda da ben çok içmedim. Devamlı içtim… Yatılı askeri okula verdiler. Annem bana günde iki kuruş gönderirdi. Okulun kapıcısı borazan çavuşluğundan emekli bir hoca idi. Bu iki kuruşu ona verirdim. Kırk parasını o alır, kırk parasıyla teneke bir maşrapa içinde içki getirirdi."
İddiaya göre öğretmenleri durumdan haberdardı. Ona ceza vermeyi düşünmediler ama mezun ederken, içki içtiğini ve bunu kimden tedarik ettiğini bildiklerini, Harp Okulu’nda buna fırsat bulamayacağını ve bu alışkanlığından vazgeçmesinin iyi olacağını söylediler.
FRANSIZCA’SINI NASIL DÜZELTTİ?
Mustafa Kemal daha Selanik’teyken çok parlak olmasa bile çalışkan bir Fransızca öğrencisiydi fakat telaffuzla hep problemi vardı. İstanbul’un cemiyet hayatına geç adım atışı yüzünden belli yerlerde “o” harfinin yerine “u” koyan Rumeli ağzından tam olarak kurtulamamıştı. Arapça imlâda o/u/ö/ü harfleri arasında ayrım yapılmazdı; bu nedenle Türkçe’nin Latin harfleriyle yazımına geçildikten sonra bir notta “okudum” yerine “Ukudum” yazdığını da görürüz.
Selanik’teki tatil günlerini Lazaristler’in College des Freres de la Salle isimli okulunda Fransızca’sını düzeltmeye çalışarak geçiriyordu. Lazaristler aslen Ortodoks Bulgarlar arasında Katolik Kilisesi’ne, “kurtarılmış ruh” kazanmayı görev edinmiş misyoner bir mezheptir. Mustafa Kemal’in tatillerinde gönüllü olarak bu okula gidip ders çalışması hiç de alışılagelmiş bir davranış biçimi değildir.
GENÇ SUBAYLARIN ELİNDEN DÜŞÜRMEDİĞİ KİTAP
Harbiye’de Almanca dersini askerî öğrencilerin pek sevdiği Tahir Bey okuturdu. Goltz’un Das Volk in Waffen. Ein Buch über Heerwesen und Kriegsführung in unserer Zeit (1883 – Silah Altındaki Millet. Ordu ve Savaş Yönetimi Üzerine Bir Kitap) adlı kitabını yayımlandıktan hemen bir yıl sonra Türkçe’ye tercüme etmişti (Millet-i Müsellaha). Genç subaylar milleti tekrar yükseltme mücadelelerinde feyzaldıkları kitabı ellerinden düşürmüyor, onu bir Kuran gibi hatmediyorlardı. İsmet Paşa (İnönü) Edirne’de konuşlandığı dönemde eserin tercümesinden faydalanarak Almanca bilgisini geliştirmiştir. Kitabın etkisi Cumhuriyet döneminde de uzun süre devam etti. 1930 yılında basılan ve ileride ele alacağımız “Yurttaşlık Bilgisi” kitabı, Millet-i Müselleha’dan geniş alıntılar içerir.
Akaid-i Diniye ve İlm-i Ahlâk dersleri Harbiye’de başlangıçta yoktur ama 1900’den itibaren müfredatın ayrılmaz parçası haline gelirler. Askeri talebeler günde beş vakit namaz farzına mutlaka uymak mecburiyetindeydi. Padişah Ramazan’da talebelere bir iftar yemeği verirdi; bu yemekle beraber “diş kirası” olarak bir altın gelirdi.
“EĞER ŞİİRE VE RESME EMEK VERSEYDİM…”
Bir Büyükada gezisinde arkadaşı Ali Fuad’a şöyle der:
“Fuat,” dedi. “Emin ol riyaziyeye verdiğim emek kadar şiire ve resme emek verseydim, beni Mekteb-i Harbiye’nin dört duvarı arasında kapanmış bulmazdın. Mehtaplı gecelerde mektepten kaçar, buralara gelirdim. Şiir yazardım, sabahın ilk ışıkları ile de resme başlardım.”
Ancak onu bu yüzden içli bir genç adam olarak tahayyül etmek doğru olmaz. Kendi neslinin hemen hemen bütün üyeleri gibi o da ilkbahara, aşka ve vapur gezilerine bir heyecan duyuyordu. Okulun avlusundaki veya arkadaşlarının müdavimi olduğu “Deutsche Bierhalle von Zowwe” (Alman Birahanesi, Posta Caddesi, no 10) meyhanesindeki sohbetlerde Napolyon’un seferleriyle Prusya’nın dünya sahnesine çıkışından edebiyat dergisi Servet-i Fünun’un son sayılarına zahmetsizce geçilirdi. Bu çevrede şiir yazmayana tuhaf gözle bakılırdı. Arkadaş çevresinde o yıllarda hangi kitapların okunduğunu bilmek daha aydınlatıcı olurdu kuşkusuz. Ama bildiğimiz bir şey daha var: Konular daha çok kahvehane muhabbetiyle yatakhane fısıldaşması düzeyinde, ağızdan ağza dolaşıyor, gençlere ancak bölük pörçük ve çoğu kez eksik bilgi kırıntıları ulaşıyordu. (Kurtuluş Savaşı yıllarında “Kuvvetler Ayrımı” üzerine bir konuşmasında Rousseau ve Montesquieu’nün adlarını karıştırdığını hatırlatalım!) Mustafa Kemal, Harp Okulu’nun üçüncü ve son sınıfını parlak bir sekizincilikle bitirdi ve 1902’de Erkân-ı Harbiye eğitimine hak kazandı. Artık yılda sadece kırk mezun veren Harp Akademisi’ndeydi.
HİÇ UÇAĞA BİNMEDİ!
Mustafa Kemal 1910 yılında Fransız güz tatbikatlarının gözlemcisi olarak Picardie’ye gönderildi… Büyük çaplı ilk Türk tatbikatı ise –Picardie’deki gibi 60 bin askerle- Mustafa Kemal’in vatanına dönüşünden hemen sonra Trakya’nın doğusundaki Lüleburgaz’da düzenlendi. Tatbikatın daha ilk gününden iki katlı bir uçak, alçak irtifada neredeyse trajediyle nihayet bulacak bir kaza atlattı. İki kişilik mürettebat yaralanmadan indi. Muhtemelen Mustafa Kemal kazanın tanığı olmuştu, çünkü sonradan trajedinin kıyısından dönülen bu olayın üzerinde bıraktığı etkiden söz eder. Atatürk havacılığın ateşli bir teşvikçisi olsa da kendisi hiçbir zaman uçağa binmemiş ve yılmadan tren, gemi ve otomobille seyahati tercih etmiştir. 1918’den sonra hiç yurtdışına seyahat etmediğinden kimse uçuş korkusunun farkına varmamıştır.
KAHRAMANLAR KİTABINA İLGİ…
Fransızca’yı hafif romanlar (mesela Alphonse Daudet) ve metrelerce tarih kitabı okuyacak kadar biliyordu. Paris’ten büyükçe bir kitap paketiyle döndüğünü tahmin edebiliriz. Her halükârda kütüphanesinde, pek çoğu başka dillerden tercüme edilmiş kayda değer sayıda Fransızca eser vardır. Muhtemelen çok erken bir tarihte Thomas Carlyle’ın Odin, Hz. Muhammed ve Dante’den Cromwell ve Napolyon’a uzanan Kahtamanlar (orijinali 1841) kitabını edinmişti. CArlyle’ın kitapları o yıllarda milliyetçilik fırtınası yaişayan Avrupa’da büyük bir okur kitlesi bulmuştu, dünya tarihini büyük adamların yaşam öyküleri silsilesi halinde sunuşu yalnız Türkiyeli okurları etkilemiyordu. Mustafa Kemal’in elindeki nüshanın altı çizili satırlar ve sayfa kenarlarına işlenmiş notlarla dolu olduğunu biliyoruz.
BATI MÜZİĞİNİ GERÇEKTEN SEVER MİYDİ?
Sofya, 1907 yılından beri (1914 Ocak’ta ataşemiliterliğine atanmıştı) 1000’den fazla seyirci kapasiteli şaşaalı bir operaya sahipti. Mustafa Kemal orada bugün hâlâ Bulgar müzikseverlerin iyi tanıdığı starlardan Hristina Morfova ve Stefan Makedonski’nin rol aldığı bir Carmen gösterisi izlemiştir. Cumhurbaşkanlığı zamanında 1930’lu yıllarda Sofya Tiyatrosu’nu İstanbul ve Ankara’ya davet ederek bir iade-i ziyaret imkânı yaratacaktı. Fakat Batı müziğini hakikaten çok iyi tanıyan ve seven birine dönüşmediğini eklemeliyiz. Sf 93
BULGAR GİZLİ SERVİSLERİ ONU İZLEDİ
Mustafa Kemal Sofya’da Ataşemiliter olarak görev yaparken Bulgar “servisleri”nce belli etmeden izlendiğini şüphesiz biliyordu. Sadece bu nedenle bile olsa Sofya sosyetesinde “Miti” adıyla şöhret yapmış cazibeli Dimitrina Kovaçeva’yla romantik bir aşk yaşadığı yolundaki hikâyelere pek itibar etmemek gerekir. Genç kadına kur yapmış olabilir ama evlenme teklif etmiş olması ihtimal dışıdır. Bunun için aklını kaybetmesi gerekirdi. Miti’nin babası General Kovaçev, Bulgaristan’ın Harbiye Nazırı’ydı. Ve Türk yarbay haklı olarak Bulgarlar’ın kaybettikleri İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Osmanlı’dan intikam yemini ettiğini düşünüyordu. Kovaçev’in askerlerinin Balkan Savaşı’nda ilerleyen Yunan ordusundan köşe bucak kaçmış olması da onun böyle bir yakınlaşmaya sıcak bakmamasının bahanesi değil, nedeni olabilirdi ancak.
Mustafa Kemal’in emin olduğumuz bir ilişkisi vardır ki, onunla 1909’da İstanbul’da tanışmış, Sofya’da ve cephe görevlerinde 1917’ye kadar mektuplaşmıştır. Madame Corinne Lütfü, Birinci Balkan Savaşı’nda şehit olan bir silah arkadaşının dul karısı ve aslen Cenovalı olup dragomanlar ve hekimler çıkartmış Levanten bir ailenin kızıydı.
PADİŞAH VAHİDEDDİN’İN KIZIYLA EVLENECEK MİYDİ?
Mustafa Kemal 1918’de VI. Mehmed Vahideddin’e yaverlik ederken Padişah’ın üç kızından biri olan Sabiha (1894-1969) ile evlenmesinin teklif edildiği söylenir. Bir anlatıma göre, bu lütfa mazhar olan Mustafa Kemal en yakın arkadaşlarına danıştıktan sonra teklifi reddetmiştir. Hikâyenin akla yatkın olması, doğruluğuna kanıt değildir. Enver Paşa örneği, Komite liderlerini Osmanoğullarıyla akraba yapma çabalarının var olduğuna kanıttır gerçi. Hikâye aslında Cumhuriyet’ten sonra doğmuş, siyaseten uyanmış fakat kararsız bir sınıfın özlemlerini yansıtır. Bu sınıf eski hanedanla yeni Cumhuriyet Önderi’ne sadakat arasında gidip geliyordu ve aktarılan bu öykünün Osmanlı sadrazamlarının padişah kızlarıyla girdiği sayısız ilişkiye benzediğini görünüşe bakılırsa tamamen unutmuştu.
ASKERİ HİYERARŞİYE UYAR MIYDI?
Mustafa Kemal 1915 Ocakı’nda Harbiye Nazırı Vekili Talat Paşa’dan (1874-1921) Gelibolu’dan dört – beş gün uzaklıktaki Tekirdağ mıntıkasında 19. Fırka’nın komutasını üstlenme emrini alır. Çanakkale Boğazı’nın savunmasında en yüksek komuta mevkiinde Almanya’da General, Türkiye’de Mareşal Otto Liman von Sanders (Liman Paşa) vardır. Yeni kurulan 5. Ordu Liman Paşa’nın emrine verilmiştir. Mustafa Kemal’in doğrudan komutanı ise on yıl öncesinde Harbiye’nin başında bulunan Esad Paşa’ydı. Fakat askeri hiyerarşiye harfiyen uymak Mustafa Kemal’e göre değildir; kimi zaman Liman von Sanders’le Esad Paşa’yı atlayarak haberleştirği gibi, bazı hallerde de Liman’ı es geçerek doğrudan Başkumandan vekili Enver’le irtibata geçtiği görülmüştür (silahlı kuvvetler resmen padişaha bağlıydı).
ARIBURNU’NDA BİR ASKERİN CEBİNDEN ÇIKAN NOT
Şehit olan askerlerden birinin cebinde bulunan bir kağıda göre Mustafa Kemal’in emri şöyleydi: “Aramızda, Balkan Harbi zilletinin tekerrüründense ölmeyi tercih etmeyecek birisinin bulunacağına ihtimal vermek istemiyorum. Lâkin aramızda böyle adamlar varsa onları behemehal tutup kurşuna dizmelidir.”
CORINNE’E YAZDIĞI MEKTUPTA YER ALMAYAN SATIRLAR…
Mustafa Kemal savaşa mola verildiği 20 Temmuz 1915 günü, çoktan şık kıyafetlerini Kızılhaç’ın hemşire önlüğüyle değiştirmiş olan Madame Corinne’e Türk alaylarının muharebe gücü hakkındaki görüşlerini yazar. Corinne ile mektuplaşmasının Türkçe baskısında aşağıdaki satırlara yer verilmemiştir. Onları Mustafa Kemal’in el yazısından, yani mektubun tıpkı basımından okuyalım:
“…Görüyorsunuz Madame, insan huzursuz ve kanlı bir hayata alışınca cennetle cehennemden söz açacak ve hatta Rabbını eleştirecek vakti bile buluyor. Madame, beni Rabbımızı eleştirerek günah işlemekten alıkoyacak kadar merhametliyseniz muharebeler arasındaki boş zamanları geçirecek başka bir meşgale tavsiye edin. Mantıklı tavsiyeleriniz gelene kadar kendimi romanlara hasretmeye karar verdim…”
“VİLLA YAPTIRACAĞINA YOL YAPTIRSAYDI”
Mustafa Kemal, Anzak saldırısının geri püskürtülmesinde oynadığı role Alman komutanların yeterince değer vermediğini düşünüyordu ve bu Liman’la (von Sanders) ilişkisinin daha da bozulmasına yol açtı. Türk tarih kitaplarına geçmiş bir hadiseye göre Mustafa Kemal bir şarapnel parçasının cebindeki köstekli saate isabet etmesi sayesinde ölümden kurtulmuştur. Daha sonra bu cep saatini Liman von Sanders’e hediye eder, Alman komutan da armalı bir köstekli saatle mukabelede bulunur. Ama bu dostane alışveriş ilişkiyi tamir etmeye yetmeyecekti.
Mustafa Kemal 30 Kasım’da Çanakkale cephesinden azlini istemeye karar verdi. Hemen akabinde Liman Paşa’nın bir eleştirisi görünüşe göre bardağı taşıran son damla olmuştur: Alman komutan Anafartalar Grubu’nun ana karargâhını gezerken ikmal yollarının kötü durumundan yakınır ve “Kemal Bey villa yerine yol yaptırsaydı daha iyi ederdi” cümlesini sarf eder. “Villa” dediği, toprağın içine kazılmış büyük bir siperliktir; ahşap dikmelerle ve taşlarla takviye edilmiştir. Bunun gereksiz bir lüks olduğu iddiası herhalde mesnetsizdi, nihayet İzzeddin (Çalışlar) anılarında tek bir günde 190 kişinin buz gibi rüzgâra maruz kalıp öldüğünü anlatır.
BİLİNMEYEN KARLSBAD GÜNLÜKLERİ
Mustafa Kemal 1918 yılının baharında üç cephede geçirdiği uzun yılların ardından nihayet ihtiyacı olan izni alarak Viyana’daki bir mütehassısa muayene ve ardından nekahet için kaplıcalara gitme imkânı bulur… Hasta, semptomlarının tedavisinden sonra şifalı sularının özellikle böbrek hastalarına iyi geldiği söylenen Karlsbad’a gönderildi.
Mustafa Kemal, Karlsbad günlerinde bir akşam yemeğinden sonra kendi vatandaşlarından oluşan topluluğa yaptığı açıklamalar sayfalar dolusu notlarla belgelenmiştir. Konuşmanın çıkış noktası yandaki dans salonunda smokinli erkeklerle Fourstep dansı yapan “gayet zarif, lâtif birkaç genç kadın”ın seyri idi.
“Benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben toplumsal hayatımızda arzu edilen inkılâbı bir anda bir ‘coup’ ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben bazıları gibi kamuoyunu, din adamlarını yavaş yavaş benin planlarım derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden ben bu kadar senelik yüksek eğitim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve hayatımı ve zamanımı özgürlüğü öğrenmeye harcadıktan sonra avam mertebesine ineyim. Onları kendi mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar…”
Kadınların örtünmesi, eğitim, çok eşlilik ve bu bağlamlarda iki cins arasındaki eşitsizlik gibi konular üzerine kapsamlı izahatlar takip eder bu konuşmayı.
“Mesela bizde, iffet ve ismet pek büyük ve sıkı kuyudata tabidir. Bir Avrupalı bu kuyudu tanımıyor (…) Onlar bizim nazarımızda tamamen ahlâksız, onlar nazarında biz tamamen vahşi. (…) Velhasıl netice: Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım. Açılsınlar, onların dimağlarını ciddi ilim ve fen bilimleri ile tezyin edelim. İffeti, sağlıklı olarak izah edelim.
haberturk