SÖYLEYENE BAKMA DİNLEYENE BAK
"Söyleyene bakma, söyletene bak" diye bir atasözümüz vardır. Yahut, "Söyleyenden ziyade dinleyen arif olmak gerektir." Burada şunu da söyleyebiliriz: "Söyleyene bakma, dinleyene bak!"
Bu girişi şu hatıra için yaptım.
Bir kitap fuarında imza programına katılmıştık. Okuyucularla sohbet ediyor ve kitaplarımızı imzalıyorduk. Baktım, karşıda bir hanımefendi dikkatle bizi izliyor, ne geri gidiyor, ne ileri geliyor, öylece bizi süzüyor. "Bu hanımefendi niye bekliyor, acaba bir sual soracak da mahcubiyetinden dolayı mı yaklaşamıyor?" diye düşündüm. Bir ara ortam tenhalaştı, ziyaretçiler azaldılar.
"Hanımefendi buyurun," dedim, "bir sual sorâcaksanız gelin sorun." Hanım, boynunu mahzun bir şekilde büktü. Birşeyler söyleyecek, fakat söyleyemiyor.
"Buyurun, tenhadır, sualiniz varsa sorabilirsiniz" dedim.
"Yok," dedi, "sualim yok da, bir hayretimi ifade etmek istiyorum."
"Hayretiniz nedir?"
"Şey, ben" dedi, "sizleri melek zannediyordum, meğer melek değilmişsiniz, siz de bizim gibi insanmışsınız!"
Ondan sonra sustu. Yine derin derin düşünmeye başladı. Ne diyeceğimi bilemedim, ne demek istediğini anlayamadım.
"Ne demek istiyorsunuz, biraz açıklayın da anlayayım" dedim, başladı anlatmaya:
"Yazılarınızı okuyor, Moral FM'deki konuşmalarınızı dinliyorum. Bu konuşmalar bende çok etki yaptı. O kadar istifade ediyorum ki, hayatımı adeta yeniden yaşamaya başladım. Düşüncelerimde derinlik oldu. Dini hayatın tam atmosferine girdim.
Günahlarla dolu bir hayattan kurtuldum ve çok mutlu bir hayata başladım ve düşündüm ki, beni böyle mutlu bir hayata kavuşturan konuşmacılar herhalde melektirler. Çünkü beni bu atmosferin içine sokabiliyorlarsa kendileri kim bilir nasıldır diye düşünüyordum ve çok merak ediyordum. Nihayet bugün buraya geleceğinizi öğrendim. Geldim, baktım, öye farklı bir adam da değilmişsiniz. Bizim gibi kimselermişsiniz!"
Bundan sonra şaşkınlık, hayret sırası bana geldi. Bu olay beni çok düşündürdü. Bu hanımefendi neden bizi melek tasavvur ediyordu? Gerçekten de bizim melek olabileceğimizden dolayı değil, o kadar fazilet sahibi, o kadar alim olduğumuzdan, o kadar kıymetli şey söylediğimizden dolayı değil, daha doğrusu bizi melek tasavvur etmesi bizimle ilgili değil.
Kendi temiz dünyası, temiz kalbiyle, gönlüyle, hüsn-ü niyetiyle ilgili. Öylesine bir teiniz duygu, temiz düşünce, has bir teveccühle dinliyor ki, artık onun o dinlemesi onu adeta melekleri dinliyormuşçasına kemale erdiriyor.
Bu misal beni düşündürdü. Kimbilir, dinleyicilerimiz içerisinde böyle sinesi, kalbi temiz, gönlü saf nice insanlar vardır. Nice insanlar böyle dinliyorlar, tekamül ediyorlar, bizde olmayan faziletleri var zannederek, kendileri çok daha ileri gidiyorlar. Bizi fersah fersah geçiyorlar. Bu, şuna benziyor:
Şeyhin birisi müritlerini toplamış, ders veriyormuş. Fakat şeyh, görünüşte şeyh, aslında şeyhlik makamına hiç layık değil, sıradan bir insanmış. Ama müritleri arasında öyle bir safi kalpli insan varmış ki, şeyhine öyle hüsn-ü niyetle bakıyor, öyle bir inançla dinliyormuş ki onu, o hüsn-ü niyetinin eseri olarak, tekamül ede ede keramet gösterecek kadar yükselmiş ve nihayet bir kerametle şeyhinin makamını keşfetmiş. Bakmış ki, şeyhi kuyu dibinde, kendisi minare başında. Şeyh çok düşük mertebede. Ama o şeyh sebebiyle kendisi de minarenin başına çıkmış.
Şeyh de bu durumu farketmekte gecikmemiş. O zaman mürit demiş ki:
"Efendi Hazretleri, şimdi senin mahiyetini Cenab-ı Hak bana keşfetmeyi nasip etti. Ama seni kuyu dibinde gördüğüm halde, sana olan hürmetim, itaatim, sevgim devam edecektir. Çünkü ben bu minare başına senin irşadınla, sana olan hüsn-ü niyetimle, senin vesilenle çık'tım. Senin mahiyetini keşfedecek makama çıkmam yine senin irşadınla oldu. Bunun için sana olan itaatim hiç azalmayacak, devam edeceğim."
Evet, bu bir gerçektir. Dinlediğiniz insanlar belki yüksek makamda olmayabilir, belki söyledikleriyle amel de etmeyebilirler. Ama mühim olan sizin dinlerken duyduğunuz hüsn-ü niyettir. Bundan dolayı atalarımız demişler ki: "Söyleyenden ziyade dinleyen arif olmak gerektir." Evet, söyleyene bakma, dinleyene bak.
Bu konuya tam misal olacak bir olayı daha anlatmak istiyorum Yeni Camide vaaz eden hocaefendi diyor ki: "Kur'ân-ı Kerim, Fatiha'nın içinde toplanmıştır. Öyle olduğu içindir ki, namazda her rekâtta Fatiha'yı okuyoruz. Fatiha da Besmelenin içinde gizlenmiştir. Bu itibarla Kur'an demek Fatiha demek, Fatiha da besmele demektir. Bir insan denizin kenarına gelse de, Bismillâhirrahmânirrahim dese, o besmele hürmetine suya batmadan karşı tarafa geçebilir."
Bunu dinleyen adam öylesine halis, öylesine safi bir niyetle dinliyor ki, kendi içinden, "Oh ne güzel. Ben hergün vapurla Sarayburnu'ndan Kadıköy'e gidiyorum. Şimdi niye vapuru bekleyeyim bilet masrafı ödeyeyim. Nasıl olsa duayı öğrendim. İşim bitince Sarayburnu'na gider, besmeleyi çekerim, denizin üzerinden yürüyerek Kadıköy'e geçerim."
Öylesine samimi, öylesine safiyane niyet ediyor, inanıyor ki, böyle olur mu, olmaz mı diye bir tereddüdü yok. Belki bunu söyleyen hocaefendinin tereddüdü var, ama dinleyen adamın yok. O gün işini bitirdikten sonra Sarayburnu'na gidiyor. En kısa yeri tahmin ediyor. Bütün duygularıyla inanarak, "Bismillâhirrahmânirrahim" diyor, denizin üzerinden yürüyerek, boğazın öbür tarafına geçiyor.
Bu iki-üç gün devam edince hanımı merak ediyor, diyor ki: "Efendi, nasıl oluyor, sen eve erken gelmeye başladın. Vapuru beklemiyor musun?"
Diyor ki adam: "Hanım, Yeni Cami'de bir hocaefendi bana bir dua öğretti. O duanın hürmetine hiç vapur falan beklediğim yok. Sarayburnu'nda besmeleyi çekiyorum, denizin üzerinden yürüyerek geliyorum."
Hanım şaşırıyor, "Ne güzel. O zaman o hocaefendi çok
büyük zattır. Sana bu iyiliği yapan hocaya biz de bir iyilik yapalım. Ben bir akşam yemek yapayım. Sen de hocaefendiyi al getir de, bir çorbamızı içsin bari" diyor.
Adam, ertesi gün Yeni Cami'de hocaefendinin yine vaazını dinliyor. Vaazdan sonra hocaefendinin yanına geliyor: "Hocam," diyor, "bizim hanım bir çorba hazırlamış. Lütfen gidelim de fakirhaneye, şu çorbadan içelim."
Hoca tereddüt ediyorsa da ısrara dayanamayarak kalkıyorlar, camiden çıkıp Sarayburnu'na geliyorlar. Hoca bir bakıyor, iskele yan tarafta kaldı, adam başka bir yere gidiyor. Tam köşeye kadar varıyorlar.
"Hocam Allah razı olsun" diyerekten anlatmaya başlıyor adam. "Bana öyle bir dua öğrettiniz ki, o duayı öğrendiğimgünden bu yana ben hep Besmele çekiyorum" diyor ve
"Bismillâhirrahmânirrahim" diyerek suyun üzerinde yürümeye devam ediyor: "Onu bana öğrettiğinizden bu yana, hep böyle denizin üzerinden yürüyerek geçiyorum, ayağımın içerisine dahi su girmiyor, iyilik yaptınız" derken bakıyor ki, hoca yanında yok, hoca geride, sahilde, hayran hayran Bakıyor.
"Hocaefendi niye bekliyorsunuz, buyursanız ya!" Hoca boynunu büküyor, "Yürüyemem" diyor.
"Niye yürüyemiyorsun? Bu duayı bana siz öğrettiniz. Ondan sonra ben hep böyle geçiyorum."
O zaman hoca şunu söylüyor: "Evladım, o sözü söyleyen dil bende, fakat ona inanan kalp de sende. Eğer senin kalbin bende olsaydı, ben de senin gibi Bismillâhirrahmânirrahim der, bu denizin üzerinde yürür, sana arkadaşlık ederdim. Ne yazık ki, bende o dil var, fakat o kalp yok."
Evet, söyleyene bakma, dinleyene bak! Bu da onu gösteriyor. Hocaefendi onun kadar inanamıyor. Ama dinleyici hocaefendiden çok daha ileri safhada inanıyor.
Size bu konuda bir misal daha arzedeyim:
Abdülkadir Geylani Hazretlerine birisi bir köle hediye ediyor, diyor ki: "Bu köleyi alın, zatınıza hizmetçi olsun."
Köle, hiçbir hakkı olmayan, efendisinin arzusuna tabi insan demektir. Daha doğrusu beşeri haklarının yarısı efendisinin elinde olan kimsedir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri köleyi alıyor, evine getiriyor, "Evladım, bak," diyor, "şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şu yemekler var."
Ondan sonra soruyor: "Şimdi gördün bunları, nerede yatmak istersin?"
Kölenin cevabı: "Nereyi münasip görürseniz." "Peki hangi elbiseyi giymek istersin?" "Hangisini uygun görürseniz." "Hangi yemeği seversin?" "Hangisini verirseniz."
Köle böyle cevaplar verince, Abdülkadir Geylani Hazretleri gözyaşı dökmeye başlıyor. Köle bu sefer tereddüt ediyor, üzülüyor, acaba hatalı bir cevap mı verdim diye. Geylani Hazretlerinin gözyaşları sürekli akınca köle yaklaşıyor, "Efendi Hazretleri, kusur ettiysem, özür dilerim, hata mı ettim acaba?"
"Yok evladım yok, hata etmedin, tam isabet ettin" diyor.
"Niye ağlıyorsunuz öyleyse?" deyince: "Söylediklerini dinledim de ondan."
"Ben yanlış birşey mi söyledim?"
"Yok, doğru söyledin. Keşke senin bana bu yaptığın itaat gibi, ben de Rabbime böyle bir itaatte, kullukta bulunsam da ömrümde bir defa olsun, Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum. Nereyi uygun bulursan o evde yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen onu giyerim, hangi rızkı verirsen onu yerim. Başka bir talebim yok Senden' diyebilseydim. onun için ağlıyorum" diyor.
Evet, söyleyenden ziyade dinleyen arif olmak gerektir. Köle böyle söylemiş, ama dinleyen ne anlamış, ne mânâ çıkarmış oradan ve hakikat nasıl yerine oturmuş? Biz de Abdülkadir Geylani gibi diyebiliyor muyuz?
Yavuz Sultan Selim, İslâm birliğini sağlayan ve ihlasta da zirveye ulaşan bir Osmanlı sultanı ve Müslümanların da halifesidir. Mukaddes beldeleri Osmanlı hudutları içerisine o almış, ilk defa o hâdimü'l harameyn olmuştur. Zaferden döndükten sonra bütün İstanbul onu karşılamak için ayağa kalkmıştır.
Fakat o ordusuna dur emri vermiş, Kadıköy'den gemilere binip de gündüzleyin karşıya geçmemektedir. Diyorlar ki: "Sultanım, tam vaktidir. Şimdi ikindi üzeri. Kayıklara binip karşıya geçmeliyiz, İstanbul halkı bizi bekliyor."
"Hayır," diyor, "giriş yasak, kimse bulunduğu yerden kıpırdamasın."
Gecenin sessizliğinde Yavuz Sultan Selim yanına üç-beş tane muhafızını, subayını alarak sessizce mütevazi bir kayığa biniyor ve karşıya geçiyor. Topkapı Sarayına giriyor.
Sabah halk kalkıyor, bakıyor ki, Padişah gece gelmiş, sarayına girmiş, alayiş yok. Soruyorlar: "Sultanım, bütün İstanbul sizi bekliyordu. Merak ediyorlardı. Siz Harameyn-i Şerifeyni hudutlar dahiline aldınız. Sultan olmanızın ötesinde bir de halife oldunuz."
Yavuz'un cevabı şu oluyor: "Biz bunu yalnız Allah rızası için yaptık. Halk bizi alkışlasın diye değil."
Halk neyi bekliyor, o nasıl düşünüyor, ne anlıyor.? İşte Yavuz Sultan Selim'in ihlası da budur.
Bu padişah vefat etmiştir. Türbesi Fatih'teki Yavuz Sultan Selim Camimin avlusundadır. Burada, II. Abdülhamid zamanında yaşayan bir türbedarı vardır. Bu türbedar fakir bir insandır, hanımı hamiledir. Bu hamile hanım bir sabah der ki: "Efendi, yine türbeye gidiyorsun. Canım kiraz istiyor. Akşam gelirken bir kilo kiraz âl da gel."
Hamile hanımların bir şeyi canı çekti mi, onun alınması icap eder. Türbedar, "Tamam" der, türbeye gider, akşama kadar hizmetini görür. Fakat akşam eve gelirken kiraz falan alamaz. Kirazın okkası pahalıdır, satın alacak para yoktur. Akşam eve gelir, kapıyı açar açmaz hanım, "Hani kiraz, almadın mı?" diye sorar.
Boynunu büker, "Hanım, bugün işim çoktu, ayrılıp da çarşıya inemedim, yarın Allah nasip ederse alırım" der ve hanımı yarına atar. Yarın yine türbeye gelir, akşama kadar düşünür. "Bu akşam yine hanıma söz verdim, ben ne yapacağım?" der.
O gün ikindi üzeri kendi kendine düşünürken elindeki süpürgenin sapım Sultanın sandukasına vurur. Der ki: "Ey koca sultan, bunca senedir hizmet ediyorum sana, hiçbir himmetini görmedim. Hanım hamile. Bir okka kirazı dahi alamıyorum. Ne olur, himmet etsen de şu fakirlikten kurtulsam."
Bu sözü sitem içerisinde söyler ve eve gider. Gider de, "Söyleyenden ziyade, dinleyen arif olmak gerek" diyoruz ya, söyleyen türbedar, dinleyen de Yavuz Sultan Selim. Burada dinleyen herhalde söyleyenden ariftir. Bakalım, sonuç nasıl tecelli edecek?
Akşam hanım yine, "Hani kiraz?" deyince, boynunu büker, "Hanım, yarın mutlaka alacağım" der.
Üçüncü gün tekrar gelir, türbeyi açar, temizler, melul mahzun beklerken birden türbenin kapısında Padişahın faytonu görülür. İçerisinden bir emir subayı iner, koşa koşa gelir. "Efendi, türbedar sen misin?" der.
"Evet, benim" der.
"Çabuk, Sultan seni istiyor, giyin gideceğiz"
Adam şaşırır. Abdülhamid'in bir türbedarı çağırması, herhalde bir kusur sebebiyledir. Eli ayağı titrer, "Efendim, benim kusurum yok, bir yanlışlık olmasın, belki başkasını çağırıyordur" derken, "Türbedar sen değil misin?" diye emir subayı tekrar eder. "Benim" deyince de, "O halde buyur. Sultan seni çağırır, çabuk" der.
Eli ayağı dolaşarak Padişahın faytonuna atlar ve saraya getirilir. Sultan Abdülhamid'in huzuruna çıkarırlar.
Abdülhamid, "Türbedar sen misin?" diye sorar.
"Evet, efendim, bendenizim" der.
"Söyle bakayım, dedem Yavuz'un türbesinde dün neler oldu?"
Şaşırır, "Birşey olmadı efendim."
Türbedar Efendi, sana söylerim, dedemin türbesinde ne oldu, çabuk söyle!"
Titremeye başlar ve olayı hatırlar. Der ki: "Sultanım, hanım hamile, iki gündür kiraz istiyor, alamadım. En sonunda dün de elimdeki süpürgenin sapıyla Sultanımızın sandukasına vurdum ve onun himmetini istedim."
Abdülhamid, "Anladım" der ve hemen çıkarır bir kese altın atar önüne. "Bir daha böyle birşey olursa, Cennetmekan dedemi rahatsız etme. Sen dün orada dedemin sandukasına vurmuşsun, o da bu gece sabaha kadar benim başıma vurdu, beni uyutmadı. 'Niçin benim türbedarımla meşgul olmazsın?' diye beni azarladı. Bir daha bir sıkıntın olursa dedemi rahatsız etme, doğru bana gel" der.
Bir kese altını aldıktan sonra türbedar geri dönerken, Padişah emir subayına emreder: "Bundan sonra Yavuz Sultan Selim dedemin türbedarlarının maaşı iki misli arttırılacaktır." Ve böylece türbedar hem bir kese altın alır, hem de maaşı iki misline çıkarır.
Ne demiştik?
"Söyleyene bakma, dinleyene bak." Türbedara bakma, sandukasına vurduğu kimseye bak. Söyleyen bir türbedar, ama dinleyen koca Yavuz Sultan Selim Han.
Yazar: Ahmed Şahin
"Söyleyene bakma, söyletene bak" diye bir atasözümüz vardır. Yahut, "Söyleyenden ziyade dinleyen arif olmak gerektir." Burada şunu da söyleyebiliriz: "Söyleyene bakma, dinleyene bak!"
Bu girişi şu hatıra için yaptım.
Bir kitap fuarında imza programına katılmıştık. Okuyucularla sohbet ediyor ve kitaplarımızı imzalıyorduk. Baktım, karşıda bir hanımefendi dikkatle bizi izliyor, ne geri gidiyor, ne ileri geliyor, öylece bizi süzüyor. "Bu hanımefendi niye bekliyor, acaba bir sual soracak da mahcubiyetinden dolayı mı yaklaşamıyor?" diye düşündüm. Bir ara ortam tenhalaştı, ziyaretçiler azaldılar.
"Hanımefendi buyurun," dedim, "bir sual sorâcaksanız gelin sorun." Hanım, boynunu mahzun bir şekilde büktü. Birşeyler söyleyecek, fakat söyleyemiyor.
"Buyurun, tenhadır, sualiniz varsa sorabilirsiniz" dedim.
"Yok," dedi, "sualim yok da, bir hayretimi ifade etmek istiyorum."
"Hayretiniz nedir?"
"Şey, ben" dedi, "sizleri melek zannediyordum, meğer melek değilmişsiniz, siz de bizim gibi insanmışsınız!"
Ondan sonra sustu. Yine derin derin düşünmeye başladı. Ne diyeceğimi bilemedim, ne demek istediğini anlayamadım.
"Ne demek istiyorsunuz, biraz açıklayın da anlayayım" dedim, başladı anlatmaya:
"Yazılarınızı okuyor, Moral FM'deki konuşmalarınızı dinliyorum. Bu konuşmalar bende çok etki yaptı. O kadar istifade ediyorum ki, hayatımı adeta yeniden yaşamaya başladım. Düşüncelerimde derinlik oldu. Dini hayatın tam atmosferine girdim.
Günahlarla dolu bir hayattan kurtuldum ve çok mutlu bir hayata başladım ve düşündüm ki, beni böyle mutlu bir hayata kavuşturan konuşmacılar herhalde melektirler. Çünkü beni bu atmosferin içine sokabiliyorlarsa kendileri kim bilir nasıldır diye düşünüyordum ve çok merak ediyordum. Nihayet bugün buraya geleceğinizi öğrendim. Geldim, baktım, öye farklı bir adam da değilmişsiniz. Bizim gibi kimselermişsiniz!"
Bundan sonra şaşkınlık, hayret sırası bana geldi. Bu olay beni çok düşündürdü. Bu hanımefendi neden bizi melek tasavvur ediyordu? Gerçekten de bizim melek olabileceğimizden dolayı değil, o kadar fazilet sahibi, o kadar alim olduğumuzdan, o kadar kıymetli şey söylediğimizden dolayı değil, daha doğrusu bizi melek tasavvur etmesi bizimle ilgili değil.
Kendi temiz dünyası, temiz kalbiyle, gönlüyle, hüsn-ü niyetiyle ilgili. Öylesine bir teiniz duygu, temiz düşünce, has bir teveccühle dinliyor ki, artık onun o dinlemesi onu adeta melekleri dinliyormuşçasına kemale erdiriyor.
Bu misal beni düşündürdü. Kimbilir, dinleyicilerimiz içerisinde böyle sinesi, kalbi temiz, gönlü saf nice insanlar vardır. Nice insanlar böyle dinliyorlar, tekamül ediyorlar, bizde olmayan faziletleri var zannederek, kendileri çok daha ileri gidiyorlar. Bizi fersah fersah geçiyorlar. Bu, şuna benziyor:
Şeyhin birisi müritlerini toplamış, ders veriyormuş. Fakat şeyh, görünüşte şeyh, aslında şeyhlik makamına hiç layık değil, sıradan bir insanmış. Ama müritleri arasında öyle bir safi kalpli insan varmış ki, şeyhine öyle hüsn-ü niyetle bakıyor, öyle bir inançla dinliyormuş ki onu, o hüsn-ü niyetinin eseri olarak, tekamül ede ede keramet gösterecek kadar yükselmiş ve nihayet bir kerametle şeyhinin makamını keşfetmiş. Bakmış ki, şeyhi kuyu dibinde, kendisi minare başında. Şeyh çok düşük mertebede. Ama o şeyh sebebiyle kendisi de minarenin başına çıkmış.
Şeyh de bu durumu farketmekte gecikmemiş. O zaman mürit demiş ki:
"Efendi Hazretleri, şimdi senin mahiyetini Cenab-ı Hak bana keşfetmeyi nasip etti. Ama seni kuyu dibinde gördüğüm halde, sana olan hürmetim, itaatim, sevgim devam edecektir. Çünkü ben bu minare başına senin irşadınla, sana olan hüsn-ü niyetimle, senin vesilenle çık'tım. Senin mahiyetini keşfedecek makama çıkmam yine senin irşadınla oldu. Bunun için sana olan itaatim hiç azalmayacak, devam edeceğim."
Evet, bu bir gerçektir. Dinlediğiniz insanlar belki yüksek makamda olmayabilir, belki söyledikleriyle amel de etmeyebilirler. Ama mühim olan sizin dinlerken duyduğunuz hüsn-ü niyettir. Bundan dolayı atalarımız demişler ki: "Söyleyenden ziyade dinleyen arif olmak gerektir." Evet, söyleyene bakma, dinleyene bak.
Bu konuya tam misal olacak bir olayı daha anlatmak istiyorum Yeni Camide vaaz eden hocaefendi diyor ki: "Kur'ân-ı Kerim, Fatiha'nın içinde toplanmıştır. Öyle olduğu içindir ki, namazda her rekâtta Fatiha'yı okuyoruz. Fatiha da Besmelenin içinde gizlenmiştir. Bu itibarla Kur'an demek Fatiha demek, Fatiha da besmele demektir. Bir insan denizin kenarına gelse de, Bismillâhirrahmânirrahim dese, o besmele hürmetine suya batmadan karşı tarafa geçebilir."
Bunu dinleyen adam öylesine halis, öylesine safi bir niyetle dinliyor ki, kendi içinden, "Oh ne güzel. Ben hergün vapurla Sarayburnu'ndan Kadıköy'e gidiyorum. Şimdi niye vapuru bekleyeyim bilet masrafı ödeyeyim. Nasıl olsa duayı öğrendim. İşim bitince Sarayburnu'na gider, besmeleyi çekerim, denizin üzerinden yürüyerek Kadıköy'e geçerim."
Öylesine samimi, öylesine safiyane niyet ediyor, inanıyor ki, böyle olur mu, olmaz mı diye bir tereddüdü yok. Belki bunu söyleyen hocaefendinin tereddüdü var, ama dinleyen adamın yok. O gün işini bitirdikten sonra Sarayburnu'na gidiyor. En kısa yeri tahmin ediyor. Bütün duygularıyla inanarak, "Bismillâhirrahmânirrahim" diyor, denizin üzerinden yürüyerek, boğazın öbür tarafına geçiyor.
Bu iki-üç gün devam edince hanımı merak ediyor, diyor ki: "Efendi, nasıl oluyor, sen eve erken gelmeye başladın. Vapuru beklemiyor musun?"
Diyor ki adam: "Hanım, Yeni Cami'de bir hocaefendi bana bir dua öğretti. O duanın hürmetine hiç vapur falan beklediğim yok. Sarayburnu'nda besmeleyi çekiyorum, denizin üzerinden yürüyerek geliyorum."
Hanım şaşırıyor, "Ne güzel. O zaman o hocaefendi çok
büyük zattır. Sana bu iyiliği yapan hocaya biz de bir iyilik yapalım. Ben bir akşam yemek yapayım. Sen de hocaefendiyi al getir de, bir çorbamızı içsin bari" diyor.
Adam, ertesi gün Yeni Cami'de hocaefendinin yine vaazını dinliyor. Vaazdan sonra hocaefendinin yanına geliyor: "Hocam," diyor, "bizim hanım bir çorba hazırlamış. Lütfen gidelim de fakirhaneye, şu çorbadan içelim."
Hoca tereddüt ediyorsa da ısrara dayanamayarak kalkıyorlar, camiden çıkıp Sarayburnu'na geliyorlar. Hoca bir bakıyor, iskele yan tarafta kaldı, adam başka bir yere gidiyor. Tam köşeye kadar varıyorlar.
"Hocam Allah razı olsun" diyerekten anlatmaya başlıyor adam. "Bana öyle bir dua öğrettiniz ki, o duayı öğrendiğimgünden bu yana ben hep Besmele çekiyorum" diyor ve
"Bismillâhirrahmânirrahim" diyerek suyun üzerinde yürümeye devam ediyor: "Onu bana öğrettiğinizden bu yana, hep böyle denizin üzerinden yürüyerek geçiyorum, ayağımın içerisine dahi su girmiyor, iyilik yaptınız" derken bakıyor ki, hoca yanında yok, hoca geride, sahilde, hayran hayran Bakıyor.
"Hocaefendi niye bekliyorsunuz, buyursanız ya!" Hoca boynunu büküyor, "Yürüyemem" diyor.
"Niye yürüyemiyorsun? Bu duayı bana siz öğrettiniz. Ondan sonra ben hep böyle geçiyorum."
O zaman hoca şunu söylüyor: "Evladım, o sözü söyleyen dil bende, fakat ona inanan kalp de sende. Eğer senin kalbin bende olsaydı, ben de senin gibi Bismillâhirrahmânirrahim der, bu denizin üzerinde yürür, sana arkadaşlık ederdim. Ne yazık ki, bende o dil var, fakat o kalp yok."
Evet, söyleyene bakma, dinleyene bak! Bu da onu gösteriyor. Hocaefendi onun kadar inanamıyor. Ama dinleyici hocaefendiden çok daha ileri safhada inanıyor.
Size bu konuda bir misal daha arzedeyim:
Abdülkadir Geylani Hazretlerine birisi bir köle hediye ediyor, diyor ki: "Bu köleyi alın, zatınıza hizmetçi olsun."
Köle, hiçbir hakkı olmayan, efendisinin arzusuna tabi insan demektir. Daha doğrusu beşeri haklarının yarısı efendisinin elinde olan kimsedir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri köleyi alıyor, evine getiriyor, "Evladım, bak," diyor, "şu odalar yatma yeridir, şu elbiseler de giyilebilir. Yemek istiyorsan işte şu yemekler var."
Ondan sonra soruyor: "Şimdi gördün bunları, nerede yatmak istersin?"
Kölenin cevabı: "Nereyi münasip görürseniz." "Peki hangi elbiseyi giymek istersin?" "Hangisini uygun görürseniz." "Hangi yemeği seversin?" "Hangisini verirseniz."
Köle böyle cevaplar verince, Abdülkadir Geylani Hazretleri gözyaşı dökmeye başlıyor. Köle bu sefer tereddüt ediyor, üzülüyor, acaba hatalı bir cevap mı verdim diye. Geylani Hazretlerinin gözyaşları sürekli akınca köle yaklaşıyor, "Efendi Hazretleri, kusur ettiysem, özür dilerim, hata mı ettim acaba?"
"Yok evladım yok, hata etmedin, tam isabet ettin" diyor.
"Niye ağlıyorsunuz öyleyse?" deyince: "Söylediklerini dinledim de ondan."
"Ben yanlış birşey mi söyledim?"
"Yok, doğru söyledin. Keşke senin bana bu yaptığın itaat gibi, ben de Rabbime böyle bir itaatte, kullukta bulunsam da ömrümde bir defa olsun, Ya Rabbi, Senden hiçbir şey istemiyorum. Nereyi uygun bulursan o evde yatarım, hangi elbiseyi münasip görürsen onu giyerim, hangi rızkı verirsen onu yerim. Başka bir talebim yok Senden' diyebilseydim. onun için ağlıyorum" diyor.
Evet, söyleyenden ziyade dinleyen arif olmak gerektir. Köle böyle söylemiş, ama dinleyen ne anlamış, ne mânâ çıkarmış oradan ve hakikat nasıl yerine oturmuş? Biz de Abdülkadir Geylani gibi diyebiliyor muyuz?
Yavuz Sultan Selim, İslâm birliğini sağlayan ve ihlasta da zirveye ulaşan bir Osmanlı sultanı ve Müslümanların da halifesidir. Mukaddes beldeleri Osmanlı hudutları içerisine o almış, ilk defa o hâdimü'l harameyn olmuştur. Zaferden döndükten sonra bütün İstanbul onu karşılamak için ayağa kalkmıştır.
Fakat o ordusuna dur emri vermiş, Kadıköy'den gemilere binip de gündüzleyin karşıya geçmemektedir. Diyorlar ki: "Sultanım, tam vaktidir. Şimdi ikindi üzeri. Kayıklara binip karşıya geçmeliyiz, İstanbul halkı bizi bekliyor."
"Hayır," diyor, "giriş yasak, kimse bulunduğu yerden kıpırdamasın."
Gecenin sessizliğinde Yavuz Sultan Selim yanına üç-beş tane muhafızını, subayını alarak sessizce mütevazi bir kayığa biniyor ve karşıya geçiyor. Topkapı Sarayına giriyor.
Sabah halk kalkıyor, bakıyor ki, Padişah gece gelmiş, sarayına girmiş, alayiş yok. Soruyorlar: "Sultanım, bütün İstanbul sizi bekliyordu. Merak ediyorlardı. Siz Harameyn-i Şerifeyni hudutlar dahiline aldınız. Sultan olmanızın ötesinde bir de halife oldunuz."
Yavuz'un cevabı şu oluyor: "Biz bunu yalnız Allah rızası için yaptık. Halk bizi alkışlasın diye değil."
Halk neyi bekliyor, o nasıl düşünüyor, ne anlıyor.? İşte Yavuz Sultan Selim'in ihlası da budur.
Bu padişah vefat etmiştir. Türbesi Fatih'teki Yavuz Sultan Selim Camimin avlusundadır. Burada, II. Abdülhamid zamanında yaşayan bir türbedarı vardır. Bu türbedar fakir bir insandır, hanımı hamiledir. Bu hamile hanım bir sabah der ki: "Efendi, yine türbeye gidiyorsun. Canım kiraz istiyor. Akşam gelirken bir kilo kiraz âl da gel."
Hamile hanımların bir şeyi canı çekti mi, onun alınması icap eder. Türbedar, "Tamam" der, türbeye gider, akşama kadar hizmetini görür. Fakat akşam eve gelirken kiraz falan alamaz. Kirazın okkası pahalıdır, satın alacak para yoktur. Akşam eve gelir, kapıyı açar açmaz hanım, "Hani kiraz, almadın mı?" diye sorar.
Boynunu büker, "Hanım, bugün işim çoktu, ayrılıp da çarşıya inemedim, yarın Allah nasip ederse alırım" der ve hanımı yarına atar. Yarın yine türbeye gelir, akşama kadar düşünür. "Bu akşam yine hanıma söz verdim, ben ne yapacağım?" der.
O gün ikindi üzeri kendi kendine düşünürken elindeki süpürgenin sapım Sultanın sandukasına vurur. Der ki: "Ey koca sultan, bunca senedir hizmet ediyorum sana, hiçbir himmetini görmedim. Hanım hamile. Bir okka kirazı dahi alamıyorum. Ne olur, himmet etsen de şu fakirlikten kurtulsam."
Bu sözü sitem içerisinde söyler ve eve gider. Gider de, "Söyleyenden ziyade, dinleyen arif olmak gerek" diyoruz ya, söyleyen türbedar, dinleyen de Yavuz Sultan Selim. Burada dinleyen herhalde söyleyenden ariftir. Bakalım, sonuç nasıl tecelli edecek?
Akşam hanım yine, "Hani kiraz?" deyince, boynunu büker, "Hanım, yarın mutlaka alacağım" der.
Üçüncü gün tekrar gelir, türbeyi açar, temizler, melul mahzun beklerken birden türbenin kapısında Padişahın faytonu görülür. İçerisinden bir emir subayı iner, koşa koşa gelir. "Efendi, türbedar sen misin?" der.
"Evet, benim" der.
"Çabuk, Sultan seni istiyor, giyin gideceğiz"
Adam şaşırır. Abdülhamid'in bir türbedarı çağırması, herhalde bir kusur sebebiyledir. Eli ayağı titrer, "Efendim, benim kusurum yok, bir yanlışlık olmasın, belki başkasını çağırıyordur" derken, "Türbedar sen değil misin?" diye emir subayı tekrar eder. "Benim" deyince de, "O halde buyur. Sultan seni çağırır, çabuk" der.
Eli ayağı dolaşarak Padişahın faytonuna atlar ve saraya getirilir. Sultan Abdülhamid'in huzuruna çıkarırlar.
Abdülhamid, "Türbedar sen misin?" diye sorar.
"Evet, efendim, bendenizim" der.
"Söyle bakayım, dedem Yavuz'un türbesinde dün neler oldu?"
Şaşırır, "Birşey olmadı efendim."
Türbedar Efendi, sana söylerim, dedemin türbesinde ne oldu, çabuk söyle!"
Titremeye başlar ve olayı hatırlar. Der ki: "Sultanım, hanım hamile, iki gündür kiraz istiyor, alamadım. En sonunda dün de elimdeki süpürgenin sapıyla Sultanımızın sandukasına vurdum ve onun himmetini istedim."
Abdülhamid, "Anladım" der ve hemen çıkarır bir kese altın atar önüne. "Bir daha böyle birşey olursa, Cennetmekan dedemi rahatsız etme. Sen dün orada dedemin sandukasına vurmuşsun, o da bu gece sabaha kadar benim başıma vurdu, beni uyutmadı. 'Niçin benim türbedarımla meşgul olmazsın?' diye beni azarladı. Bir daha bir sıkıntın olursa dedemi rahatsız etme, doğru bana gel" der.
Bir kese altını aldıktan sonra türbedar geri dönerken, Padişah emir subayına emreder: "Bundan sonra Yavuz Sultan Selim dedemin türbedarlarının maaşı iki misli arttırılacaktır." Ve böylece türbedar hem bir kese altın alır, hem de maaşı iki misline çıkarır.
Ne demiştik?
"Söyleyene bakma, dinleyene bak." Türbedara bakma, sandukasına vurduğu kimseye bak. Söyleyen bir türbedar, ama dinleyen koca Yavuz Sultan Selim Han.
Yazar: Ahmed Şahin