Türk Bilim Adamları

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
EBU MUHAMMED’İ: Meridyen dairesinin bir derecesini tam sıhhatli bir şekilde ölçen Ebu Muhammed’i, dünya anmaktadır.

AHMET: Her saate bakanın da Ahmet’in ilk bakırdan yaptığı saati hatırlaması doğaldır.
Bu iki kardeş, yıldızların doğuş ve batışlarındaki değişiklikleri hesaplamış, ona göre son derece doğru çalışan bir aleti meydana getirmişlerdir. Astronominin tamlaşması bizdendir ki, o zaman gökle ilgilenmek, batıda en büyük günah sayılıyordu.

HEKİM İBNİ FİRNAS: Başkanlığında uçağın en alsı yapılmıştır. Üzerine süs olarak da kumaş ve tüy işlenmiş, semalara hakimiyet kurulmuştur.Bugünkü uçakların onun kadar havada durmaya, süzülmeye henüz yetişemediği kaydedilmektedir.

USTURLAP VE AZİMUT:-Devvar aynaları ayrıca güneş saatleri dünyada ilk defa yine bizde yapılmıştır. Ayrıca saat yapımları o kadar ileri ve cazipleştirilmiştir ki, bugün henüz daha ona yetişilmemiş olduğu kayda değer.

İBNÜL-HEYSEM’İN: Öklid ve ptolomeus nazariyeleri ve uygulaması İbnul Heysem’indir. Ayrıca cazip nazari düşünceleri metodlayan ve denemelerle birleştiren yine odur. Işınların kırılmasını bulan İbnül-Heysem’in Endülüs’e yeni bir devir, dünya’da anılacak bir girişimi de inkar edilemez.
İnnsbruck da Stam manastırına o zaman götürülmüş olan meşeden yapılmış masa ile: Altı gezegenin hareketlerini tayin eden ve bizden giden araç kimliğimize kısmen tanıklık eder ki, altı gezegenin hareketlerini de Müslüman Türkler tayin etmiştir.

EL-BİTRUCİ: Astronomi gelişiminin dördüncü hamlesi gezegenlerin sürüklenmeleri, dış merkezli daireleri de El-Bitruci keşfetmiştir.

EL KİNDİ: Geometride ilk defa açıları pergel ile ölçen, sıvıların da, izafi ağırlıklarını hesaplayan El Kindi’dir. Difransiyel hesapları da yapılırken heyetin arasında bu zat bulunuyordu. Ayrıca “Yukarıdan Aşağı Düşen Cisimlere Dair” eseri de, bu zat yazmıştır.

EL HEYSEM: (Basra 960 -Kahire 1039) Latinlerin Alhazen dedikleri büyük Mısırlı bilgin. Optik üzerine yazdığı Kitab-ül Menazır adlı eseri Batı fiziğine başlangıç teşkil etmiştir.Bu eser 1270 yılında Latinceye çevrilmiştir ve 16. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'da önemini kaybetmemiştir. Astronomi ve matematiğe ilişkin eserlerinin sayısı 60'tan fazladır. Bilardo veya küresel ayna problemini geometrik olarak çözdü. Geometri, cebir, sayılar kuramı, pratik hesap, konikler, pozisyon astronomisi, ağırlık merkezi problemleri vb. üzerine eserleri vardır.


(Isaac Newton’dan 800 yıl önce.) Optik nazariyeleri El-Heysem tarafından ortaya konmuştur.

SARKALI USTURLABI ALİ VE FERGANİ: Bugün “Ekliptik meyl” denen, keşif ve hesabı da Fergani’nin yaptığı bir gerçektir. Sarkalı Usturlabı Ali’nin icadıdır. (Sarığını çok güzel yakıştırdığı için sarıklı Ali diye isim yapmıştı. Konuşma pratiğinde sarkalı oldu.)

SÜLEYMAN: Atom nazariyesini Süleyman tarafından ortaya konmuştur.

EMİR EBÜ NASR: El Biruni'nin hocasıdır. 1007 yılında en parlak devrini yaşayan bu matematikçinin ünlü eseri El Mıcısti Eş-Şahi'dir. Nasireddin Tusi'nin çok övdüğü Ebü Nasr'ın 1035 yılından önce öldüğü biliniyor.

EL-HİVARİZMİ: Cebir’i ilk defa El-Hivarizmi geliştirdi. Sinüs, tanjant kaideleriyle trigonometri ‘yi esas formüllerle oluşturan, Müslüman Türklerdir.
Matematik El-Battani Ebulvefa Nasir’üddin- Eltuzi, İbni Sina, El-Farabi tarafından daha geliştirilmiştir.

ABDÜLHAMİD İBN TÜRK: Tarihte Türk lakabını taşıyan nadir Türk bilim adamlarındandır. Hârezmi'nin çağdaşıdır. Cebir konusunda yazmış olduğu kitabın ancak küçük bir bölümü bugün elimizde bulunmaktadır. Burada, özel tipler halinde gruplandırılmış ikinci derece denklemlerinin çözümleri, Hârizmi'ninkilerden daha ayrıntılı olarak verilmiştir. Mesela x² + c = bx denkleminin, diğer denklem tiplerinden farklı olarak iki çözümü olduğunu ayrı ayrı şekillerle göstermiş olduğu halde, Hârizmi bir tek şekil kullanmıştır; ayrıca Abdülhamid ibn Türk, c * (b/2)² durumunda çözümün imkansız olacağını da şekil vererek kanıtlamıştır. Bu nedenle İbn Türk'ün açıklamasının Hârizmi'ninkinden daha mükemmel olduğu söylenebilir.
İbn Türk'ün söz konusu cebir kitabı, Hârizmi'nin ilk cebir kitabı yazarı olma özelliğini şüpheli bir hale getirmektedir, buna rağmen Hârizmi'nin cebir tarihindeki etkisi tartışılamaz önemdedir.

EL HARZEMİ: Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harezmi (Harizm 780 - Bağdat 850) Dünyanın en büyük on iki filozofu arasında sayılan Harizmi Türk kökenli Matematik ve Astronomi bilginidir. Cebir ve Astronomi bilimlerinde önemli eserler yazmıştır. Harizmi'nin Ahmed, Muhammed ve Hasan adlı üç çocuğu olup, hepsi de Matematik bilimi üzerinde ciddi çalışmalarıyla tanınır.
Hive bölgesinde bir Türk şehri olan Harizm'den Bağdat'a gelerek zamanın alimlerinden ders aldı ve kendini yetiştirdi. Harizmi, zamanın Abbasi Halifesi Me'mun'dan yardım ve destek gördü. Bağdat'taki Saray Kütüphanesi'nin idaresi kendisine verildi. Matematik ve Astronomide araştırmalar yaptı.
Doğu ve Batı ilim aleminde Cebir'e yaptığı katkılarla ün yapıp, tanınan Harizmi; bu sahada ilk eser sahibidir. Eserlerinde Avrupa'nın bilmediği "sıfır"ı kullanıp, cebir işlemlerini geometrik düşüncelerle temellendirdi. Harizmi, "Kitab'ül Muhtasar fi Hesab'il Cebri Mukabele" adlı eserinde, "cebir" kelimesini Matematiğe kazandırdı. Cebir konuları metodik ve sistematik olarak ilk defa ortaya koydu. Zamanın matematiğine yeni bir yön vermiştir.
Latince'ye çevrilip, Avrupa'da yüzyıllarca faydalanılan, "Kitab'ül Muhtasar fi Hesab'il Cebri Mukabele" 'nin Arapça aslıyla Batı dillerine tercümesi Avrupa ve Amerika'da yayınlandı. Eser; bir önsöz, beş bölüm ve bir de ek bölümden meydana geliyordu. Muhteva olarak; birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözüm şekilleri, bilinmeyenleri, çeşitli cebir hesaplamalarını misallerle açıkladıktan sonra; nazari ve tatbiki hesaplama şekilleri, zamanın hükümet işlerine ait hesapların yapılması, kanalların açılması, bina yapımı, esnaf ve tüccar için lüzumlu işaretleri kapsıyordu. İkinci önemli eseri: "Kitab-el Muhtasar fi hisaballindi" isimli kitabıdır. Arapça aslı mevcut olmayan, Cambridge Üniversitesi'nde bulunan ve "Algoritmi de numero indoram" adlı Latince kitaptır. Bugünkü "logaritma" terimi, Harizmi'nin bu eserinde Latice, "algazizmi" olarak geçtiği sanılmaktadır.
Hazimi gökbilimi konusunda "Ziyc'ül Harizmi", "Kitab al-amal bi'l Usturlab" ve "Kitap'ül Ruhname" adlı kitaplar yazmıştır. Ayrıca, Halife Memun'un isteği üzerine yerin ve gökyüzünün haritasını içeren bir atlasın hazırlanmasına da katkıda bulunup "Kitab'üs Suretü'l Arz" isimli eserini bu atlasa ek olarak hazırlamıştır.

SABİT BİN KURRA: (Harran, Urfa, 821-Bağdat 901) Oklid Elementler adlı eserine yazdığı şerh dolayısıyla Batı bilim dünyasında "Türk Öklidi" olarak tanınan ve bugünkü Elemanter Acometrenin gerçek önderi olan Sabit Bib Kurra Harrran'da (Urfa) doğmuştur.
Batlamyus'un ünlü eserini zamanın bilim dili olan Arapça'ya Algamesti adıyla yorumlu açıklama yapar. Sabit bin Kurra, Batlamyus'un eserinde bulunan bilgilerin yanında kendi görüşü ve zamanı için yeni olan bazı trigonometri ve astronomi bilgisini de eklemiştir. Nasiruddin Tusi, ilgili eserinde aynen şunları yazar:
"Sabit bin Kurra'nın, bu Arapça şerhinde sinüs teoreminin tanımının yapıldığı ve astronomi ile ilgili konularda teoremin uygulanmasında gösterilmiştir.
Trigonometrinin, Batı'da yaygınlaşmasını sağlıyan, aynı zamanda dacebiri geometriye uygulayanlarınönderlerindendir. Arapça ve Farsça'dan Latince'ye tercüme etmede üne kavuşan Gerard (1114-1185), Batlamyus'un ünlü eserini 1136 yılında Sabit bin Kurra'nın Arapça eserinden Latince'ye tercüme etmiştir. Bu Latince tercüme, 1515 yılında ikinci kez yayınlanmıştır. Sabit bin Kurra'nın matematik ve astronomiye ilşkin yapmış olduğu eserlerin sayısı 60 yakındır.

EBÜ'L VEFA: (Buzcan 940 - Bağdat 998) Matematik tarihinde önemli yeri olan,Türk İslam dünyasının önde gelen matematik astronomi bilginidir.Özellikle bugün Trigonometride görülen pek çok , temel tanım, kavram ve formülleri bilim dünyasına ilk sunan bilgindir.Objektif olarak yazılmış matematik ve astronomi tarihi kitaplarında adını görmek mümkündür.
Trigonometri,geometri ve astronomi ile ilgili çok sayıda eseri vardır. Bu eserleri Batı dünyasında uzun yıllar incelenmiş, tercümeleri yapılmış ve hakkında çok sayıda eser ve makale yayınlanmıştır.
Özellikle küresel trigonometride sinüs konusunu bilimsel bir düşünce içinde ilk inceleyen Ebu'l Vefa'dır. Tanjant çizgilerini düzenlediği gibi, trigonometriye Sekonder ve Cosekonder tanım ve kavramlarını da sokmuştur. Aynı zamanda trigonometrinin 6 esas eğrisi arasındaki trigonometrik oranları da ilk kez belirtmiştir. Bu oranlar, bugün trigonometride, grafiklerin tanımında aynen kullanılmaktadır. Zamanına kadar hiç bir Matematikçi'nin yapamadığı incelikte, trigonometrik çizelgeler düzenlemiştir. Astronomik gözlemler için gerekli olan sinüs ve tanjant değerlerini gösteren çizelgeler 15'er dakikalık aralarla hazırlanmıştır. Trigonometri'ye tanjant tanımını zıl (gölge) adı altında ilk kez kazandırıdı. Batı bilim dünyasında sinüs ve tanjant kavramlarının kullanılmasına öncülük eden Matematikçi olarak Alman John Müler belirtmektedir.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
EBÜL KASIM EL MACRÎTÎ: ( ? - 1007 /8) Ebü'l Vefa ekolünden gelen Arap matematikçi. Astronomi, geometri ve sayılar teorisi (özellikle dost sayılar) üzerine çalışmalarıyla bilinir. Bu konularda zamanına göre orjinal görüş, düşünce ve buluşlarıyla üne kavuşmuştur.
Tarihinde ilk ciddi yüzey hesaplarını yapan kişidir. Yıldızların hareketini izlemiş ve Batlamyus'un ünlü Almagest üzerinde çalışmıştır. Makriti, İslam Ülkelerini dolaşmış Arapça ve Yunanca birçok eseri toplamıştır. Bu eserleri inceleyip, Astronomi üzerine eserler yazmış ve Endülüs'de astronomi bilimini en yüksek düzeye getirmiştir.
Kurtuba'da bir okul kurmuş ve birçok ünlü bilimadamı yetiştirmiştir. İbni Samh, İbni Saffar, Kirmeni, İbni Haldun ve Zehravi bunlardan bazılarıdır. Bu bilimadamları Makriti'nin çalışmalarını geliştirmişler ve kendi çalışmalarına taban kabul etmişlerdir.
Yaptığı en ünlü çalışma, Harezmi'nin Astronomi tablosundaki yanlışları düzeltmesidir. Ayrıca astronomi üzerine üç ayrı çalışmada bulunmuştur.
Matematik sahasında, Fi Tamami, Ilmi'l-Aded (Sayılar Teorisi) ve Mukmelat (Ticari Hesaplar) üzerine kitap yazmıştır.

EB-ÜL CÛD: Muhammed ibn-i Leyt O da Ebü'l Vefa ekolünden yetişti. 7 ve 9 kenarlı düzgün polinomların çizimi ve triseksiyon meselesine ilişkin buluşlarıyla ün kazandı. Cebir denklemlerini tasnif etti. 1000 yılında yaşadığı bilinir.
Müsteşrik M.Contor , O'nun için "Usta Bir Matematikçi ifadesini kullanmıştır.

İBN-İ YUNUS: (950-1009) Tam adı; Ali İbn-i Ebu Şaid Abdurrahman İbn-i Ahmet İbn-i Yunus Ebu'l Hasan el-Sedefi olan ve bilim tarihinde, Aben Jonis ülkemizde İbn-i Yunus olarak tanınan bu bilgin; Matematik ve Astronomi konularında hazırladığı eserlerle birlikte adını zamanımıza kadar ulaştırmıştır.Ebü'l Vefa ile aynı dönemde yaşamış astronom ve matematikçi.
Cebeli Mokattam rasathanesinde rasatlar yaptı ve ünlü Zîc-i Hakimî adlı eseri ile 18 yıldızın koordinatlarını içeren bir katalog düzenledi. Zîc-i Hakimî adlı eserinde kendisinden sonra gelenlere bir çok astronomi trigonometri ve fizik bilgisi bırakmıştır.
Trigonometriye dair ileri bilgiler vardır.
Cos a cos b = ½ [cos (a-b) + cos (a+b)] formülünde benzer bir formül bulmuştur.
EL KERHÎ: ( ? - 1029) Batılılar'ın "Arap Diophantus'u" adını verdikleri Bağdatlı matematikçi. 1010-1016 yıllarında yazdığı tahmin edilen El Fahri adlı cebir kitabında, cebirsel miktarlara ilişin rasyonel çözümler, kökler, birinci ve ikinci dereceden denklemler, belirsiz denklem sistemleri ve bunlara ait problemlerle, sayısal ve katsayılı bikuvadratik denklemler yer alır. El Kerhi şu belirsiz denklemlerin tam çözümlerini verdi: x3+y3=z2, x2 y3=z2, x2-y2=z3, x3+ax2=y3, x3-bx2=y3. Aynı tarihlerde yazdığı ve hesap üzerine olan El Kâfi Fi'l Hisap adlı eseri de meşhurdur.

EL NESEVÎ: Horasanlı matematikçi. Hint aritmetiğine ve Arşimet'in eserlerine ilişin çalışmalar yaptı. 1013-1019 tarihleri arasında yazdığı ünlü eseri El Mukni' de doğal sayıların kare ve küp köklerini veren yaklaşık formüller geliştirdi. Açıyı üçe bölme meselesini yeni bir yöntemle çözdü. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor.

KÜŞYAR BİN LEBBAN: (971-1029) Dönemin ünlü Türk kökenli matematikçisi. Aritmetik, trigonometri ve astronomi alanlarında eserler verdi. Menelaos teoremi ve sinüsler teoremi üzerine çalışmaları biliniyor. Ziyci el-Cami ve Zeyci el-Balığ adlı eserleri tanınır.

İBN-İ SAMAH: ( Grenata ?- Grenata 1035) İspanya-İslam ekolünden matematikçi ve mühendis. Sayılar kuramı, geometri ve takvim oluşturmaya ilişkin çalışmalarıyla ün kazandı.

EL ZARKALİ: ( 1029 ? -1087 ?) Latinlerin Arzachel dedikleri İspanya-İslam ekolünün en ünlü astronom ve matematikçisi. İlk kez evrensel bir usturlab imal etti. Küresel trigonometri üzerine çalıştı.

ÖMER HAYYAM: ( 1048 ? -1122 ? ) 11. yüzyılın ikinci yarısının en ünlü matematikçi ve astronomu İranlı bilgin. Astronomi, müzik, fizik, matematik dallarında eserler verdi. Üçüncü dereceden denklemlerin çözümlerine ilişkin genel bir yöntem geliştirdi. Öklit'in paraleller aksiyomu üzerine özgün çalışmalar gerçekleştirdi. Günümüzdeki esas ününü şairliği ve rubaileriyle kazanmıştır. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmiyor. Bazı araştırmacılar 1048-1122 yılları arasında yaşadığını belirtiyorlar.

EBU SALT: (1067-1133) İspanya'da ün kazanmış İslam matematikçisi. Geometri ve astronomiye ilişkin eserler vermiş olan Ebu Salt aynı zamanda bir fizikçiydi.

İBNİ BACE: (?-1138) Batılıların Avenpace dedikleri Endülüs'ün yetiştirdiği en büyük matematikçi ve filozoflardan biri. Eserlerinden çoğu felsefe, tıp ve fizik konusundadır. Matematik alanında iki eseri biliniyor.

İBRAHİM BİN EZRA: (Toledo 1096 - Roma 1167) Toledo'da doğan İbrani matematikçi. Sayılar teorisi, takvimler, karekökler, astronomi üzerine eserleri vardır. Matematik tarihi açısından önemi olan ve aritmetik eğlenceleri kitaplarında yer alan Josephus problemi ünlüdür. Problem şöyledir: 15 beyaz ve 15 siyah yuvarlak, bir daire çevresi üzerine öyle sıralanmak isteniyor ki, herhangi bir renkten itibaren 9'ar 9'ar sayılmak suretiyle her dokuzuncu yuvarlak, ilk seçilenle aksi renkte olsun.

CABİR İBN-EFLAH: Latinlerin Geber dedikleri Doğu astronom ve matematikçisi. En ünlü eseri Kitab-ül Hey'dir. Küresel trigonometri ve transfer teoremleriyle uğraştı. Hipotenüsü c olan küresel bir ABC dik üçgeninde cos A = cos a sin B formülünü buldu. 1140-1150 civarında öldü.
Batı'da kendisinden Yaman Matematikçi anlamında Calculorum Osor olarak bahsedilir.

EL ESFEZARİ: Ömer Hayyam'ın çalışma arkadaşı, dönemin ünlü matematik ve fizik bilgini. Hayyam'dan önce öldüğü bilinmiyor, ama doğum tarihine ilişkin bir bilgi yok. Öklit geometrisine ilişkin çalışmalar yaptı ve eserler verdi.

EL BAĞDADİ: Hayyam'ın bir diğer çalışma arkadaşı. Arap matematikçisi. Öklit geometrisi ile uğraştı. Sayısal örnekleri içeren popüler bir kitabı Latince'ye çevrildi ve büyük etki yaptı. 1100'lerde parlayan bu matematikçinin doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor.

NASIRÜDDİN-İ TUSİ: ( Horasan 1201 - Bağdat 1274 ) "Türk Öklit'i" unvanlı büyük Doğu bilgini. Türk-İslam ilim dünyasının, özellikle gökbilimi ve bugünkü modern geometrinin gerçek önderidir. Doğu ve Batı ilim dünyasında "Maraga Rasathanesi" diye bilinen rasathaneyi kurmuştur. "Ziyc'i İlhani" (İlhani Yıldız Katoloğu) onun başkanlığında hazırlanmıştır.
Aritmetik, geometri, trigonometri, astronomi, optik, mineraloji, coğrafya, tıp mantık, felsefe, ahlak, müzik ve edebiyat alanlarında eserler verdi. Düzlem ve küre trigonometrilerini sistemli biçimde inceledi. Kitabı Şeklül Kutta eserinde küre üzerindeki büyük dairelerin oluşturdukları üçgen ve dörtgenlerin topolojik sentezinde o kadar ayrıntılı bir analiz yapmıştır ki, kendinden sonra modern analitik yöntemlerin bunlar aracılığıyla kolayca çıkarılması olanaklı olmuştur. Öklit'in 5.(paraleller) aksiyomunu ikna edici bulmayarak, yerine yeni bir aksiyom denedi. Tusi, bu aksiyomla bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu kanıtladı ve buna dayanarak Öklit aksiyomunu çıkardı. Bu konuda yaptığı çalışmalarla modern Öklit-dışı geometrilerin oldukça erken bir öncüsü olmuştur.
Tusi'nin geometri alanındaki gücü Tahrir-i Usul-ül Öklidis 'de Oklidis'in ünlü Elements adlı kitabının tanıtımı niteliğinde olup, Yunanca aslından yapılmış çeviriye ekler suretiyle genişletilmiştir.
Yunan ve Batı matematik dünyası sınırının en parlak yıldızı olan aksiyometrik düşünceleri ile modern geometrinin cesaretli bir önderi olmuştur.

ŞEMSEDDİN SAMÂRKANDİ: 1276'da en parlak devrini yaşamış Arap astronomu, matematikçisi ve mantıkçısı. Öklit aksiyomlarıyla uğraştı. Yıldız takvimi de ünlüdür.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
GIYASEDDİN CEMŞİD: ( ? - Semerkant 1436) 14. yüzyılın özellikle Semerkand' da çalışmalar ve araştırmalarla tanınan en ünlü astronom ve matematikçisidir. Matematik tarihlerinde ondalık sistemin kaşifi sayılır. Yüksek dereceden sayısal denklemlerin yaklaşık çözümlerine ilişkin bulduğu yöntemlerle de ünlüdür. 1 derecenin sinüsünü 18 ondalığa kadar, pi sayısını da 12 ondalığa kadar doğru olarak bulmuştur. En önemli eseri Risalet-ül Muhitiyye ve Miftah-ül Hitap'tır.

KADIZADE RUMİ: (Bursa 1337 - Semerkant 1449) Semerkant'ta yetişerek ün kazanmiş büyük Türk matematikçi ve astronomudur. Semerkant Medresesi ve Semerkantmedresesinde görev ve hizmetlerde bulunmuştur. Başkıca eserleri Risale fi'l - Hesab adlı aritmetik kitabı, geometri ile ilgili EşKalü't-te'sis, trigonometri ile ilgili bir derecelik yayın sinüsünün hesaplama yöntemine ilişkin Risaletü'l -Ceyb (sinüs üzerine monografi) dir.

ULUĞ BEY: (Sultaniye 1394 - Semerkant 1449) Bilim tarihinde 15. Yüzyıl Astronomu olarak tanınır.Timur'un torunu, Şahruh'un oğlu Maveraünnehir'in Genel Valisi ve Timurlu devletinin İmparatorudur. Semerkant'ta medreseler yaptırdı. Semerkant Rasthanesini kurdu. Bilim ve fenle uğraşarak ününü siyasetten çok bilim ve kültür alanında yaptı. Döneminde ünlü bilginleri toparlıyarak Semerkant'ı uygarlığın başlıca merkezi durumuna getirdi. Bunda Kadızade Rumi ve Gıyaseddin Cemşid 'in büyük etkisi olmuştur. Kendisini de Tarihçi, matematikçi ve gökbilimçiydi.Kurduğu Gözlemevinde yapılan gözlemler sonucu hazırladığı Uluğ Bey Ziyci adlı eseri Doğu ve Batı Bilim dünyasında bir kaç yüzyıl boyunca kullanılmıştır. 1841 ve 1853 de ingilizceye tercüme edilmiş ve bu eser hakkında son makale 1917 yılında Müşteşrik E.D.Knobel tarafından yazıldığı düşünülürse eserin yazıldığı tarihtan beş yüzyıl geçmesine rağmen etkinliğini sürdürmüştür.

ÇAĞMİNİ, MAHMUD BİN MUHAMMED BİN ÖMER EL HARİZMİ: (? - 1221) Türk gökbilimcisi. İran ve Irak'taki gözlemevlerinde çalışmış olan El Harezmi döneminin en önemli gökbilimcilerinden birisidir. Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan "Gökbilime İlişkin Özet Kitabı" adlı kitabının yanı sıra "Yıldızların Güçleri ve Zayıflıları" adlı bir kitabı daha vardır.

MİRİM ÇELEBİ, MAHMUD BİN MUHAMMED: (? - 1525) Osmanlı gökbilimcisi ve matematikcisi. Beyazid II'nin eğitmenliğini yapmış ve Uluğ Bey'in Zic'ine bir açıklama olan "Çetvelin Düzeltilmesi ve Çalışma Klavuzu" adlı kitabı yazmıştır. Mirim Çelebi, Batlamyos'un 1400 sene hiç itirazsız kabul edilen Dünya merkezli kainat sistemi görüşünü Kopernikten 20 yıl önce yıkma çalışmalarına başlamış fakat teorisini açıklamaya ömrü yetmemiştir.

TAKİYÜDDİN: (1526 - ?) Osmanlı gökbilmicisi ve matematikcisi. Uluğ Bey'in Zic'inin düzeltilmesiyle görevlendirilmiştir. Yeni bir Zic hazırlayabilmek için Tophane sırtlarında bir gözlemevi yaptırdıysa da bu gözlemevi yıktırılmıştır. Gözlemlerde kullanılmak için birçok alet yapan (yıldızların yüksekliğini ve açıklığını ölçen bir alet, yıldız tutulumunu ölçen bir alet vb.) Takiyüddin "Hükümdarların Zayiçesi İçin Gözlem Aygıtları" adlı bir kitap yazmıştır.

ABDURRAHMAN ES-SUFİ: (903 - 986) Batlamyus'un Almagest'inden yararlanarak hazırlamış olduğu yıldız kataloğu ile tanınmıştır. Bu katalogda, 48 yıldız takımında bulunan yıldızlar tanıtılmış, bunların gökyüzündeki konumları, parlaklıkları ve renkleri bildirildikten sonra, Almagest'te geçen yıldız isimlerinin Arapça karşılıkları verilerek, bu konuda Arapça'daki önemli bir boşluk doldurulmuştur.
Abdurrahman es-Sûfi'nin önerdiği terimler, daha sonra Doğulu ve Batılı astronomlar tarafından kullanıldığı gibi, bunlardan 94'ü modern astronomi literatürüne de girmiştir. 13. yüzyılda Castilla-Leon Kralı X. Alfonso'nun hazırlattığı "Astronomi Bilgisi Kitabı" adlı 4 bölümden oluşan İspanyolca ansiklopedide, Abdurrahman es-Sûfi'nin bu eseriyle diğer Müslüman astronomlarından bazılarının eserlerinden yararlanılmıştır.
Abdurrahman es-Sûfi, astronomi aletlerinin geliştirilmesinde de önemli hizmetlerde bulunmuştur. Güneş'in yüksekliğini ölçmekte kullanılan usturlapların ölçme duyarlılığını arttırmış olduğu gibi, 10 kg. ağırlığında gümüşten bir gök küresi yapmıştır. Ayrıca 123.5 cm. çaplı bir halka kullanarak ekliptiğin eğimini 23° 33'45''olarak tespit ettiği bildirilmektedir.

ALİ KUŞÇU: (Semerkant ? - İstanbul 1474) Türk-İslam Dünyasının büyük matematik ve astronomi bilgini. Doğum yeri kesin olarak bilinmemekte; 15 yy.'ın başlarında doğduğu kabul edilmektedir.
Osmanlı gökbilimcisi olan Ali Kuşcu Uluğ Bey'den ve Kadızade Rumi'den dersler almıştır. Öğrenimini Kirman'da tamamlayarak Uluğ Bey'in gözlemevinin yöneticiliğine getirilmiştir ve yıldızların hareketlerini, yerlerini gösteren cetvelin hazırlanmasına yardımcı olmuştur. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul’u almasından sonra Ayasofya medresesinde ders vermiştir. "Gökbilim Risalesi" adlı bir kitabı ve "Sorunların Keşfinde Tılsımların En Değerlisi" isimli bir ansiklopedi yazmıştır.
Ali Kuşcu, Uluğ Bey'in hükümdarlığı sırasında Semerkant'ta ilk ve dini öğrenimini tamamladı. Küçük yaşta Matematik ve Astronomi'ye karşı aşırı bir ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muniüd'den aldığı ilimlerle yetinmeyip, daha fazlasını öğrenme arzusu ve isteği ile kimseye haber vermeden, sinesinde ünlü alimlerin toplandığı Kirman'a gitti. Kirman'da bulunduğu sırada akli ve nakli ilimleri üzerinde çalışmalara devam edip, burada "Hall-ül Eşkalil Kamer" risalesini, "Şerh-i Tecrid" adlı eserini hazırladı.
Kirman'dan tekrear Semerkant'a dönen Ali Kuşçu, Kazade Rumi'nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesi'ne müdür olarak tayin edildi.
Uluğ Bey'in katledilmesinden sonra Semerkant Medresesi'ndeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek, Semerkant'tan ayrılıp Tebriz'e, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih'e elçi olarak gönderilmiştir. Elçilik görevini tamamlar tamamlamaz Fatih'in ısrarıyla İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'a geldiğinde II. Mehmet kendisini Ayasofya Medresesi'ne müderris olarak tayin etti. Bunun yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük görevini de verdi. İstanbul Medreseleri'nde astronomi ve matematik dersleri vermiştir. Ali Kuşçu'nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görülmüş, bunda medsreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolu olmuştur. İstanbul'un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri yapmıştır. Derslerine İstanbul'un meşhur alimleri de katılırdı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Ali Kuşçu'nun oğlu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Ali Kuşçu yalnız telif eserleriyle değil, çalışma ve yol göstermesiyle devrini aşan büyük bir alimdir.
Ali Kuşçu'nun İstanbul Medreselerinde ders vermesiyle Osmanlılarda Pozitif bilimlerde bir canlanma yaşanmış ve 16. yüzyılda semeresini vermeye başlamış,Mirim Çelebi ve Takiyüddin gibi önemli astronomlar yetişmiştir.
Ölümü ise 16 Aralık 1474 olup, mezarı Eyyüp Sultan Türbesi yanındadır.
Eserleri:
• Risale Fi'Hey'e: 1457 yılında, Semerkant'ta, Farsça olarak yazmıştır. Osmanlı Mühendishanesi'nde XIX. asır başlarında ders kitabı olarak okutuldu.
• Risale Fi'l-Fethiye: Astronomiden bahseden bu eser, bir önceki eserin eklerle Arapça'ya çevrilmişidir. Bu eserde, ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, "23 30 17 " olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise, "23 27 00" dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark, Ali Kuşçu'nun Astronomi'deki üstün bilgisini ortaya koyar.
• Risale Fil Hesap: Matematik kitabıdır.
• Risale Fil Muhammediye: Cebir ve hesap konularından bahseden matematik kitabıdır. Eserin son sayfasında Ali Kuşçu'nun kendi el yazısı ile bir imzası ve eserin 1472 yılında bittiğini belirten bir kayıt vardır.
Bunlardan başka Uluğ Bey Ziya'ine yazdığı şerh en mühim eseri olup, çok kıymetlidir.

BATTÂNİ: (858-929) Devrinin en önemli astronomlarından ve matematikçilerinden olan Battâni, Sâbit ibn Kurrâ gibi, Urfa'nın Harran Bölgesi'ndendir ve yıldızlara tapan Sabii Dini'ne mensuptur.
Rakka'da özel bir gözlemevi kurmuş ve burada 887-918 tarihleri arasında son derece önemli gözlemler yapmıştır. Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini gözlemlemiş, yörüngelerini doğru bir biçimde belirlemeye çalışmıştır. Güneş ve Ay tutulmaları ile ilgilenmiş, mevsimlerin süresini büyük bir doğrulukla hesaplamıştır. Ayrıca, ekliptiğin eğimini de dakik olarak belirlemeyi başarmıştır.
Aynı zamanda matematikçi de olan Battâni, bu alanda da son derece önemli çalışmalar yapmıştır. Sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı gerçek anlamda ilk defa kullanan bilim adamının Battâni olduğu söylenmektedir. Battâni, çalışmaları sırasında bazı temel trigonometrik bağıntılara ulaşmış ve bunları astronomik hesaplamalarda kullanmıştır.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
EL BİRUNİ: Ebu'l Reyhan-ı Beyrunî (Ket 973 - Gezne 1048 yada 1051) Yaşadığı çağa damgasını vurup " Biruni Asrı" denmesine sebep olan zekâ harikası bilgin 973 yılında Harizm'in merkezi Kâs'ta doğdu. Esas adı Ebû Reyhan b. Muhammed'dir. Küçük yaşta babasını kaybetti. Annesi onu zor şartlarda, odun satarak büyüttü. Daha çocuk yaşta araştırmacı bir ruha sahipti. Birçok konuyu öğrenmek için çılgınca hırs gösteriyordu. Tahsil çağına girdiğinde Hârizm şahların himayesine alındı ve saray terbiyesiyle yetişmesine özen gösterildi. Bu aileden bilhassa Mansur, Bîrûnî'nin en iyi bir eğitim alması için her imkânı sağladı.

Son eseri olan Kitabü's Saydele fi't Tıb'bı yazdığında 80 yaşını geçmişti. Üstad diye saygıyla yâd edilen yalnız İslâm âleminin değil, tüm dünyada çağının en büyük bilgini olan Bîrûnî, 1051 yılında Gazne'de hayata gözlerini yumdu.
Bîrûnî, "Elinden kalem düşmeyen, gözü kitaptan ayrılmayan, iman dolu kalbi tefekkürden dûr olmayan, benzeri her asırda görülmeyen bilginler bilgini bir dâhiydi. Arapça, Farsça, Ibrânîce, Rumca, Süryânice, Yunanca ve Çinçe gibi daha birçok lisan biliyordu. Matematik, Astronomi, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler verdi.
. İlmî kaynaklara dayanma, deney ve tecrübeyle ispat etme şartını ilk defa o ileri sürdü.

İbni Sinâ'yla yaptığı karşılıklı yazışmalarındaki ilmî metod ve yorumları, günümüzde yazılmış gibi tazeliğini halen korumaktadır. Tahkîk ve Kanûnı Mes'ûdî adlı eserleriyle trigonometri konusunda bugünkü ilmî seviyeye tâ o günden, ulaştığı açıkça görülür. Bu eser astronomi alanında zengin ve ciddî bir araştırma âbidesi olarak tarihe mal olmuştur. İlmiyle dine hizmetten mutluluk duymaktadır.
Dünyanın gece-gündüz değişikliği ve dünyanın hem kendi etrafında, hem de güneş etrafında döndüğünü de El-Biruni ortaya koymuştur. Hani Kopernik keşfetmişti? İşte yalanlar böyle ortaya çıkar. Gerçekte Kopernik’ten 500 yıl önce El-Biruni’nin keşfettiği tespit edilmiştir. 11. yüzyılın ilk yarısının en ünlü astronom ve matematikçisidir. Sayılar kuramı, Hint hesabı, ay ve güneş tutulmaları, matematik coğrafya, enlem ve boylam tayini, kuyruklu yıldızlar, küre geometrisi gibi konularda yazılmış 113 kadar eseri (toplam sayfası 13.000 'u geçer) bilinir. Geometride, açıyı üçe bölme problemini de içeren cetvel ve pergel ile çözülemeyen bir grup problem vardır ki, bunlar matematik tarihinde "Biruni problemleri" olarak bilinir. Daire içine çizilmiş 9 kenarlı düzgün poligonun bir kenarının uzunluğunu özgün bir yöntemle hesapladı. Pi sayısının hesabı üzerine çalıştı, sinüsler teoremini kendine özgü bir yöntemle kanıtladı.
Trigonometriye sekant, cosecant ve cotangent fonksiyonlarını eklemiştir.



Gazne'de kıblenin tam olarak tespit edilmesi ve kıblenin tayini için matematik yöntemi geliştirmiştir. Ayın, güneşin ve dünyanın hareketleri, güneş tutulması anında ulaşan hadiseler üzerine verdiği bilgi ve yaptığı rasatlarda, çağdaş tespitlere uygun neticeler elde etmiştir. Bu çalışmalarıyla yer ölçüsü ilminin temellerini sekiz asır önce attı. Israrlı çabaları sonunda yerin çapını ölçmeyi başardı. Dünyanın çapının ölçülmesiyle ilgili görüşü, günümüz matematik ölçülerine tıpatıp uymaktadır. Avrupa'da buna BÎRÛNI KURALI denmektedir.
Newton ve Fransız Piscard yaptıkları hesaplama sonucu ekvatoru 25.000 mil olarak bulmuşlardır. Halbuki bu ölçüyü Bîrûnî, onlardan tam 700 yıl önce Pakistan'da bulmuştu. O çağda Batılılardan ne kadar da ilerideymişiz.
Biruni, hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti. Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.
Daha o çağda Ümit Burnu'nun varlığından söz etmiş, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa'dan geniş bilgiler vermişti. Christof Coloumb'dan beş asır önce Amerika kıtasından, Japonya'nın varlığından ilk defa söz eden BÎRÛNÎ’dir.
Dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, yerçekimin varlığını Newton'dan asırlarca önce ortaya koydu. Henüz çağımızda sözü edilebilen karaların kuzeye doğru kayma fikrini 9.5 asır önce dile getirdi.
Botanikle ilgilendi, geometriyi botaniğe uyguladı. Bitki ve hayvanlarda üreme konularına eğildi. Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler yaptı. Tarihle ilgilendi. Gazneli Mahmud, Sebüktekin ve Harzem'in tarihlerini yazdı. Bîrûnî, ayrıca dinler tarihi konusuna eğildi, ona birçok yenilik getirdi. Çağından dokuz asır sonra ancak ayrı bir ilim haline gelebilen Mukayeseli Dinler Tarihi, kurucusu sayılan Bîrûnî'ye çok şey borçludur.
Bîrûnî, felsefeyle de ilgilendi. Ama felsefenin dumanlı havasında boğulup kalmadı. Meseleleri doğrudan Allah'a dayandırdı. Tabiat olaylarından söz ederken, onlardaki hikmetin sahibini gösterdi. Eşyaya ve cisimlere takılıp kalmadı.
Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Cografya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve "Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah'a tövbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'tan yardım dilerim. Bâtıl şeylerden korunmak için de Allah'tan hidayet isterim. İyilik O'nun elindedir!" demiştir. Eserleri halen Batı bilim dünyasında kaynak eser olarak kullanılmaktadır. Türk Tarih Kurumu 68. sayısını Bîrûnî'ye Armağan adıyla bilginimize tahsis etti. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Bîrûnî'yi anmak için sempozyumlar, kongreler düzenlendi, pullar bastırıldı. UNESCO'nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî'ye ayırdı. Kapak fotoğrafının altına, "1000 yıl önce Orta Asya'da yaşayan evrensel dehâ Bîrûnî; Astronom, Tarihçi, Botanikçi, Eczacılık uzmanı Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist" diye yazılarak tanıtıldı.

 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
İBN-İ SİNA: (Afşana 980 -Hemedan 1037) Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ, matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.
Batıda Avicenna adıyla bilinen büyük fizikçi, filozof, matematikçi ve hekim. Matematikte sayılar kuramını Diophantus yöntemleri üzerine kurarak, bu teoremlere önemli ekler yaptı. Bir tam sayının 9'la bölümünden kalan artıkları bilindiğinde, bu sayının karesinin ve kübünün 9'la bölümünden kalan artıkları bulmak üzerine geliştirdiği yöntem meşhurdur. Esas ününü, felsefe ve tıp alanında yapmıştır.
Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuramı'nın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sinâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir. İbn-i Sinâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir. Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya, biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.
İbn-i Sinâ, bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır. Oysa bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgâr, ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti, cisimleri taşımaya yeterli değildir.
İbn-i Sinâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Ancak, İbn-i Sinâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan "el-Kânûn fî't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir.
Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin birinci kitabı, anatomi ve koruyucu hekimlik, ikinci kitabı basit ilaçlar, üçüncü kitabı patoloji, dördüncü kitabı ilaçlarla ve cerrahi yöntemlerle tedavi ve beşinci kitabı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.
İbn-i Sinâ'nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrahiyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn-i Sinâ, cerrahi tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayati tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir. Eski şarabın sterlize edici tesiri bulunduğunu keşfetmiş, cerahatsiz yara tedavisini ortaya koymuştur.
Gözle de ilgilenmiş olan İbn-i Sinâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn-i Heysem gibi, Göz-Işın Kuramı'nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur

HORASANLI ER-RAZİ: Kurtuba’daki hastanelerle Tıp Fakülteleri bir aradaydı. Bayıltmak için narkoz ve asepsi-antibiotik ve penisilin boldu. Daha önceden yapılmıştı ki boldu. En büyük hekim, dünyada da ilk hekimdir.

İBNİ NEFİS: Kan deveranını bulan İbni Nefis’dir.

İBNİ CESSAR: Cüzzam’ın sebebi ve tedavisine ait kitap, İbni Cessar’ındır. Vebanın bulaşıcı hastalık olduğunu keşfeden yine İslam hekimleridir.

EBÜL KASIM: Hemofili, atrit, Fıkra Tüberkilozlarıyla kadın hastalıkları ve büyük damarların bağlanması konusunda Ebül Kaasım müspet olarak tespit ve tedavi usulleriyle tıbba daha büyük bir adım attırmıştır. Ayrıca doğuma yardımcı kolpeurynter aletini de icat etmiştir.

CABİR İBN HAYAN:Yapmış olduğu kuramsal ve deneysel araştırmalarla kimyanın gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan Câbir ibn Hayyân'ın hayatı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Diğer Müslüman bilginler ve kimyacılar gibi, Câbir de, Aristoteles'i izleyerek maddeyi dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) kuramıyla açıklamaya çalışmış ve bu unsurların nitelikleri (kuru-yaş ve soğuk-sıcak) farklı olduğu için bunların birleşmesinden oluşan maddelerin de farklı özelliklere sahip olduğunu belirtmiştir. Hellenistik dönem kimyagerlerinden de etkilenmiş olan Câbir ibn Hayyân, Yeryüzü'ndeki bütün maddeleri 3 ana grupta toplamıştır:
Alkol gibi uçucu olan gazlar. Altın, gümüş, bakır ve kurşun gibi metaller. Bazı boya maddeleri gibi, uçucu ve metalik olmayan ara maddeler.
Câbir ibn Hayyân metallerin oluşumunu, daha önce de söz konusu edilen kükürt-cıva kuramıyla açıklamak istemiştir. Bilindiği gibi, kükürt-cıva kuramının kökeninde, Yunan Dünyası'nda özellikle Pythagorasçılar tarafından savunulmuş olan ikilem görüşü bulunmaktadır; bu görüşe göre, her şey, kadın-erkek ve iyi-kötü gibi ikilemler çerçevesinde oluşur ve anlaşılır. Bu görüş daha sonraları, 16. yüzyılda Paracelsus (1493-1541) ve onu destekleyenler tarafından yeniden ele alınacak ve bu temel üzerinde, yeni bir ikilem olan Asit-Baz Kuramı biçimlendirilecektir.
Metallerin oluşumunu açıklamak maksadıyla ortaya atılmış olan kükürt-cıva kuramına göre, altın, gümüş ve bakır gibi metallerin birbirlerinden farklı olmalarında, bunların temelini teşkil eden kükürdün farklılığı kadar, oluşmaları sırasındaki ısı farkları ve Güneş ışığı da önemli bir rol oynar. Yeni bir metal meydana getirmek üzere birleşen kükürt ve cıva daha önceki özelliklerini terkederek yeni bir birim oluştururlar.
Câbir'in bildiği metaller altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve kalaydan ibarettir. Kimya alanına önemli katkılarda bulunmuş olmakla birlikte, Câbir de tipik bir kimyager gibi el-iksir elde etmek üzere birçok deney yapmış ve çeşitli el-iksir formülleri geliştirmiştir. Câbir ibn Hayyân'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, kimya bilimine yapmış olduğu katkıları üç madde altında toparlamak olanaklıdır:
• Element görüşünün oluşmasına yardımcı olmuştur.
• Deneylerinde, ölçü ve tartı işlemleri üzerinde hassasiyetle durduğu için, nicelik anlayışının güçlenmesini sağlamıştır.
• Çalışmaları sırasında geliştirmiş olduğu yeni aletlerle kimya teknolojisinin ilerlemesine aracı olmuştur.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
AHMED CEVDET PAŞA: (1823-1895) 19. yüzyıl Türkiye'sinin önde gelen bilim ve devlet adamlarındandır. Asıl adı Ahmed'dir ve Cevdet mahlâsını, İstanbul'da öğrenim gördüğü sırada şâir Süleyman Fehim Efendi'den almıştır.
1839 yılı başlarında, büyükbabası tarafından tahsil görmesi için İstanbul'a gönderilmiş olan Ahmed Cevdet Paşa, burada kısa sürede kendini göstermiş ve devrin önemli bilim adamları olan Hâfız Seyyid Efendi, Doyranlı Mehmed Efendi, Vidinli Mustafa Efendi, Kara Halil Efendi ve Birgivi Hoca Şakir Efendi'den nakli ilimleri, Miralay Nûri Bey ve Müneccimbaşı Osman Sâbit Efendi'den de hesap, cebir ve hendese gibi akli ilimleri tahsil etmiştir.
Ahmed Cevdet Paşa'nın bilim tarihi açısından önemli olan yapıtı "Takvimü'l-Edvâr" (Dönemlerin Takvimi, 1870) adını taşır. Bu yapıtında Ahmed Cevdet Paşa, Şemsi ve Hicri takvim ilkelerini temele alan yeni bir takvim önerisinde bulunmuştur. Eser iki amaçla kaleme alınmıştır: Birincisi, yazarın kendi deyimi ile "Lisân-ı türki ilim lisânı olamaz diyenlere lisânımızın her şeye kâbil olduğunu ve bu lisân ile her fenden güzel eserler yazılabileceğini" göstermek, ikincisi ise yeni bir takvim önermektir.
Bu yapıttan anladığımız kadarıyla, Osmanlı Devleti'nin başlangıç dönemlerinde seneleri kameri, ayları şemsi olan bir takvim kullanılmış ve maaşlı askerlerin maaşlarına karşılık gelen gelirler ise kameri aylar itibariyle toplanmıştır. Ancak bu durum hazinede bir takım zorluklar ortaya çıkartmış ve hazine açık vermeye başlamıştır.
Bu ve buna benzer nedenlerle, Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında, Müneccimbaşı Tâhir Efendi, Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye âzâsından Vartan Bey, Mekteb-i Harbiyye-i Şâhâne hocalarından Miralay Vidinli Tevfik Bey, Rassâd Kombari ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye memurlarında Şehbazyan Efendi'den oluşan bir komisyon kurulmuş ve bu komisyonun ulaştığı sonuçlar bir mazbata ile sadrazama sunulmuştur. Ancak bu öneri her nedense uygulamaya konulmamıştır. İşte, bu komisyon tarafından önerilen takvimin esaslarını, Ahmed Cevdet Paşa tarafından Takvimü'l-Edvâr'da anlatılmıştır.
Ahmed Cevdet Paşa'nın önerdiği takvim aslında, şimdiye kadar yapılan takvimler içerisinde en duyarlısı olan Ömer Hayyam'ın İsfahan Gözlemevi'nde tertip ettiği Celâli Takvimi'nden başka bir şey değildir. Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, bu yapıtın en önemli yönlerinden birisi, Türkçe yazılmış olmasıdır.
Ahmed Cevdet Paşa'nın Türkçe'nin bilim dili haline gelmesine büyük önem verdiği ve bunu gerçekleştirmeye çalıştığı görülmektedir. Ona göre, Osmanlı lisânının aslı Türkçedir; fakat Farsça ve Arapça’dan pek çok kelime alındığı için üç dilden oluşan bir dil haline gelmiştir. Osmanlıca yalınlaştırılmalı, eserler açık bir dille yazılmalı, yeni terimler bulunmalıdır.

KÂTİP ÇELEBİ: (1609-1657) Türk bilim ve fikir adamı XVII. yy.da yaşamış ünlü Türk bilim ve fikir adamlarından biri olan Kâtip Çelebi, Avrupalılarca Hacı Halife (Hacı Kalfa) adıyla bilinir. Asıl adı Mustafa'dır, İstanbul'da dünyaya gelen Kâtip Çelebi, bir süre medresede okuduktan sonra devlet hizmetine girdi, muhasebe servislerinde çalıştı, ordu ile birlikte birçok sefere katıldı. On yıl bu şekilde çalıştıktan sonra devlet hizmetinden ayrıldı; bir yandan bilimle uğraşırken, bir yandan da devlet büyüklerinin çocuklarına özel ders vererek geçimini sağlamağa çalıştı.
Kâtip Çelebi Arapça, Farsça, Latince biliyordu. Ayrıca Fransızca bilen bir dostunun aracılığıyla Fransızca eserlerden de yararlandı. Eserleri kendi devrinden başlayarak birçok yabancı dile çevrildi.
En önemli eseri olan Keşfüz-Zünun'u 20 yılda yazdı. 10,000 İslâm yazarının 14,500 eserini birer birer sayan ve içindekileri açıklayan bu bibliyografya sözlüğü, Alman bilgini Flügel tarafından Latince'ye çevrilerek 7 cilt halinde yayımlandı (1835-1858). Eserin bugünkü dille yeni bir çevirisi Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayımlanmıştır (1941-1943). Kâtip Çelebi'nin eserlerinin çoğu Keşfüz-Zünun gibi Arapça yazılmıştır.
Diğer başlıca eserlerinin adları ve konuları şöyledir:
• Cihannüma, Türkçe yazılmış coğrafya kitaplarının en önemlisidir. Batı dillerine de çevrilmiştir.
• Fezleke, 1592-1654 yıllarını kapsayan çok değerli bir Osmanlı tarihidir;
• Tuhfetül-Kibar, Türk-Osmanlı denizcilik tarihini anlatan değerli bir eserdir;
• Takvimüt-Tevarih, başlangıcından 1648 yılına kadar dünya tarihidir;
• Mizanül-Hak, Kâtip Çelebi'nin son eseridir. Taşıdığı pozitif düşünceler nedeniyle yazıldığı 1656 yılında şiddetli tartışmalara yol açtı. (İngilizce'ye çevrilmiştir)

Yukarıda isimleri geçen alimlerin yaşadıkları zamanları göz önüne alırsak son bir kaç yüzyılda ilim adına millet olarak hemen hemen hiç bir şey yapamadığımızı görüyoruz. Günümüzde üniversitelerimiz dünyada ilk 1000 e bile girmekte zorlanıyor ne yazık ki.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
GERÇEK ÖLÇÜLERİ NASIL KAYBETTİRDİLER

Dünya, ölçülerini neden ve nasıl kaybetmiştir? Geçen yüzyıllardan beri, onuncu asrın İspanya’sındaki Endülüs Türk-İslam medeniyeti’nden sonra, daha ziyade batı ülkelerini ciddi biçimde etkileyen on yazar vardır.
Bunların evveliyatı da var ama, özellikle kendi maksatlarını gerçekleştiren, kendilerinden olmayan insanları malzeme durumuna sokmak için saçmaları yazmışlar, propaganda yaparak fikir diye yutturmuşlardır.
Hıyanet ve fesatları yüzünden her yerden koyulan, yüzüne tükürülen Yahudiler, bu itilmelerinin kiniyle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, aynı maksadın birliğini kurmayı becermişlerdir.
O azınlık, yazarına çok önem verir. Yazılanları propagandalarla, sloganlarla... halkın kafasına sızdıran metodlar bulmuş, fikir diye her yazdıklarını kendilerinden olmayanlara kabul ettirmeyi başarmışlardır maalesef.
Bu gerçeğin ışığında görüyoruz ki, Yahudi hangi ülkede ve nerede olursa olsun. Meslekleri ne olursa olsun. Hangi şartlar içinde olurlarsa olsunlar hepsi, müşterek bir maksat güderler. Onu gerçekleştirmek için yapmayacakları şey de düşünülemez.
İşte görüyoruz birkaç asır evvelden beri kimlerin neler yazıp, önce batı ülkelerine, oradan da bize, geçerli diye neler yutturduklarını ve işte birbirlerimizi de bundan kurşunluyoruz.
Bu azınlık öyledir ki, hiç bir fikrin, idealin, ölçünün ayakta durmasını kesinlikle istemezler. Bunun için gerçekleri yıkar, yerine kendi yalanlarını dikerler; o biraz ayakta duracak gibi oldu mu, daha başka bir yalan uydurur, kendi yalanlarını da yıkarlar.
Tarihler boyunca yıkmaktan başka şey yapmamışlardır. Onlar nasiplerini, yıkıklardan toplamaya alışmışlardır. Onun için her yerden kovulmuş, yüzlerine tükürülmüştür.

SALAMON REİNACH: Saint - Germain - En - Laye’li Yahudi, dinlerin sadece vahşi tabulardan kalmış, muhtelif ideolojik maksatlarla kurulmuş yasalar sisteminden meydana gelmiş olduğunu iddia etmiş; din anlayışını değerden düşürmek, yıkmak istemiştir.

BERGSON: Parisli Yahudi, zekânın her şeyin önünde sayılması nazariyesini devirmiş, binlerce yıllık Plâtonizm kalesini yıkarak, konseptif düşüncenin realiteyi kavramak imkanına sahip olmadığını, düşünceleri kalp gözüyle sezmenin en doğru olduğunu iddia etmiştir. Böylece, zekânın değerini düşürmüştür.

MAYERSON: Lublin’li Yahudi, rasyonel kaidelerin, hiç bir zaman realiteye intibak etmeyeceğini iddia etmiştir. Bununla, düşünce - mantık ölçülerini yıkmış, yok etmiştir.

VEİNİNG: Viyanalı Yahudi, kadının iğrenç ve tiksindirici bir mahlûk, bir pislik, bir alçaklık çukuru olduğunu iddia etmiş, kadının değerini düşürmüştür.

SİGMUND FREUD: Freiberg’li Yahudi, en ahlaklı, en kibar asilzadenin içinde bir katil, bir cinsi sapık gizlendiği iddiasını sürmüştür. Böylece seksi mubah ve işler hale getirmiştir. Ayrıca asil ailenin yerine, soysuzları getirme yolunu da göstermiş, aile kurallarını da çiğnettirmiştir. Yeni kuşaklarda aile değerini seçemezlik ve seks eğilimine yaygınlık ve etkinlik kazandırmıştır.
LAMBROSO: Verona’lı Yahudi, deha sahibinin saralı bir yarı deli, canilerin ise ecdadımızdan intikal eden kalıntılar tesirinde mahlûklar olduğunu iddia etmiştir. Bu yoldan, saygıdeğer insanlara hürmet etmeyi, hürmete ve saygıya layık kişilerden yararlanma yolunu yıkmış, acayip bir güvensizlik aşılamıştır.

HEİNRİCH HEİNE: Dusseldorf’da doğmuş Yahudi, eserleriyle; romantikler, idealistler ve Katoliklerle alay etmiştir. Böylece idealleri alçaltmış, hiçe çıkarmıştır.

ALBERT EİNSTEİN: Ulm’lu Yahudi, zaman ile mekânın aynı şey olduğunu, tam olarak ne zamanın, ne de mekânın mevcut bulunmadığını, her şeyin daimi bir görelik üzerine kurulduğunu, modern ilmin iftihar ettiği eski fizik binasının yıkıldığını iddia ederek, maddi ölçüleri karıştırmıştır.

KARL MARX: Treves’de doğmuş; din, ahlak, sanat, politika gibi tüm çok yüksek ideallerin, aşağı ekonominin fışkı ve gübresi içinde yetiştiğini iddia etmiştir. Yani, insanların maddeye vasıta olmasını sağlamıştır.

MAX NORDAU: Budapeşteli Yahudi, meşhur şairlerin birer mütereddi ve medeniyetin yalan üzerine kurulmuş olduğunu iddia etmiştir. Kendi şairlerini vasıta yaparak ve herkesin yalancı olduğunu içererek, güvensizliği yaymıştır.

Bunlar, dünyanın gerçeğe dayalı, tutarlı, geçerli ve huzurlu gidişini, tersine çevirmişlerdir. Hepsi birbirini destekleyerek her ülkenin içinde rollerini oynamış, kendi aralarında dünya birliğini gerçekleştirmek ve istediklerini yapmak üzeredirler.

YAZDIKLARINI BİRAZ ELEYELİM

SALAMON REİNACH: Dinlerin, sadece vahşi tabulardan kalmış, muhtelif ideolojik maksatlarla kurulmuş yasalar sisteminden meydana gelmiş olduğunu iddia etmiştir. Peki, kendileri neden kendi dinlerinden hiç ayrılmazlar? Aynı zamanda, gerçekte, dinler diye bir konu yoktur. Bir din vardır, onun dışında bir sürü uydurmalara din demişlerdir. Yine çeşitli din uydurmalarına sebep, Yahudilerdir.
Reinach, bu fesadını ileri sürmekle, insanları dinden, imandan uzaklaştırmış, dinsizlik yolu açmıştır. Çünkü imansız, dinsiz olanlar, çok kolay ve çabuk malzeme olurlar. Tüm Yahudi’nin müşterek maksadı da budur.
Din birdir, Âdem(A.S)’dan Muhammed(SAV)’e kadar din, İslam Dinidir. Devrinin insanlarına göre ilerleyerek, Muhammed(A.S) ‘da tamamlanmıştır.
Apaçık bir gerçektir ki, Din-i İslam’ı geliştirmek üzere, aralıklı sürelerde Peygamberler gelmiştir. Devrine göre gerçek ve müspet ilimleri de peygamberler, semavi kitaplarıyla getirmiştir. Eğer peygamberlerin getirdiği semavi kitaplar olmasaydı, dünyada insana yarar ilim bulunmazdı. Her peygamber, devrinin tam anlamıyla medeniyetini kurmuş, kurduğu medeniyetler gelişmiştir.
Uzun izahata gerek yok. Musa(A.S) da Musevi’leri esaretten kurtarmış, medeniyet devri açmıştır. Ne yazık ki Museviliği gerçekten kabul etmeyen Yahudi Samiri, Musevileri daha o zaman Yahudi etmiş, altın buzağıya taptırmıştır. Musevilerde Yahudilik, daha Musa(A.S) hayatta olduğu zamandan başlamıştır.
Dönelim konumuza. Onlar, Yahudi oldukları günden beri, din düşmanlığını hedef ve eylem atmışlardır. Şahsiyet düşmanlıkları, oradan gelir. Bütün sanatları; yalan, hile, iftira, fesattan ibaret olduğu için, kafaları şahsiyetli alanlarda çalışmaz. Din ve şahsiyet düşmanlıklarıyla, kendilerine hayat payı bulacaklarına inanmışlardır. Onları o kötü yoldan Muhammed(A.S) dahi beri çekemeyip, mukaddes topraklardan koymak zorunda kalmıştır ve koymuştur.
Gerçekte inanç, aklı güçlendirir. Din de insanları kesin ölçülerle yaşatır. Bunun için, inanç sahibi dindar kişiler aldanmaz. Bunlar biraz olsun bozuldu mu, aldanma başlar.
Aldanmalar ardarda sürer gider. İşte Yahudiler böyle asılsız nazariyeleri yutturmakla, yutanları ilerici ve uyanık tanıtmakla, aldatma mikropluklarını sürdürüyorlar.
İslam’dan insanları uzaklaştırmak için ilk defa çabalayan, Ibni Sebe’dir
Abdullah, Muhammed, Maşallah gibi Müslüman adlarıyla yaptıkları hıyanetlerle, Müslümanlar kendi dininden, medeniyetiyle birlikte uzaklaştırılmış ve bugün; “Din ilerlemeye manidir” zemini hazırlamış. Bunun için Mason Locaları, gizli teşkilatlar, komünizm gibi insanı hayvanlaştırma taktiklerinin temeline iyi bakarsak, Örgünöz Fikrinin, ihanet maskelerini onların yüzünden indirdiğini görürüz.

HENRİ BERGSON: Bu Yahudi de; “zekânın her şeyin önünde sayılmasının yanlış olduğu” nazariyesini ileri sürmüş, iddiasını yutanlara, gerçek esasın yerine şunları kabul ettirmiştir:
“Realiteyi konseptif düşünce kavramaz” diyerek Konseptüalizm’i (Kavramcıl düşünceyi) yermiş. Yani kavramadan papağanvari olmalıymışız.
Şu hıyanete, sersemliğe bakın. Diyene mi, kabul edenlere mi, kime çatacağımızı şaşırdık. Peki, bugünün adamları neyi kavrayarak söz ediyor, neyi kavrayarak kabul ediyor?
Neymiş bu efendim, Bergsonculukmuş. Bunun akımları, ideolojik fedaileri bile çıkıyor, sürüp gidiyor. Mesele ve maksat, aklın zeka kabiliyetini kırmak ve o yönden girip, tüm kavramları karıştırmaktır. Şu hıyaneti iyi izlemek lazım.
Güya materyalist düşüncelere karşı, manevi bir fikirmiş Bergsonizm. Kendi teziyle kendisinin çelişkiye düştüğünü, fark eden bile olmamış. Kalp gözüyle hissetmek için, yine aklın seçkisi, akılla değerlendirmek; yine mantıkla ayırmak gerekmeyecek miydi? Akıla uğramayan maddi ve manevi hiç bir olum düşünülebilir mi? Sezme de yine aklın hassasiyetiyle olmuyor mu?
İşte bu kadar aralamadan görülüyor ki, aklın her şeyin önünde sayılması doğrudur. Dosdoğru olan gerçeği, sersemlik ya da hıyanet sonucu ters göstermekle, güya fikir serdediyorlar; bu girişimle kendilerinden olmayanların; akıl, izan ve ferasetlerini şaşırtmakla, iyiyi kötüden ayırt edemeyecek duruma sokmayı, hem materyalist hem de manevi yönlerden çelmiş oluyorlar. Bütün ölçü köklerini şaşırtmaya getirmekle, insanları malzeme etmeyi beceriyorlar.
Örgünöz Fikri’nde kalple akıl bileşkesinden, doğrular görülür. Realite kesin hatlarıyla kavranır ve problemler varsa çözümlenir, düzenli bir hayat ortamı çizilir ve yürürlüğe girer.
İnsan, öz yapısından beri bir bütündür. O halde akıl; kalp ile, gönül; eller ile birleşirse bir bütünlük içinden gerçek edimler, hedefe doğru yarış kazanır.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
MAYERSON: Mayerson adlı Lublin’li Yahudi, rasyonel kaidelerin hiç bir zaman realiteye intibak etmeyeceğini iddia etmiştir. Bununla; düşünce, mantık ölçülerini yıkmış, yok etmiştir.
Çeşit çeşit, ciltler dolusu kitaplarıyla, rasyonel kaidelerin hiç bir zaman realiteye intibak etmeyeceğini iddia etmiş.
Propagandalar, sloganlar, çeşitli taktikler uygulayarak, yardımcı laflarla kafalara bu lafını işlemiş. (Bu işlemi yapan yine onlar.) Peki ama, tarih önceleri ve tarihten bu yana, asırlarca iyi devirler kötü devirler açılmıştır. Realite, tecrübelerle sabit ölçüler ve ölçülü gidişattır.
Ölçülü olanlar değişmez, istismar da edilemez. İnsan hayatında her mahlukta olduğu gibi, öz yaratılışın icapları vardır; bu icaplar ölçü kazanmıştır. Ahlak, kesin bir rasyonel kaidedir. Herkes aklına estiği gibi ahlak iddia edemez. Ölçüler çiğnenemez. Ahlak rasyonel kaide olduğu müddetçe, realite yani mevcut gidişler de aynı olacaktır. Bir yandan rasyonel kaideyi fesat yoluyla bozuyor, bozuğun normal karşılanması için de, rasyonel kaidelerin realiteyi kavrayamaz olduğunu iddia ediyor. Ne ayıp...
Bugün ahlakın, ticari kaidelerin, insanlar arası ilişkilerin birer rasyonel kaidelere bağlı olduğunu kimseye anlatmak mümkün değildir. Bunların ölçüsü olmazmış. Namus anlayışı, namusluca yaşamanın ölçüleri, ahlak, herkese her yere göre değişirmiş.
Asla böyle bir değişkenlik yoktur. Lublinli Yahudi Mayerson “Rasyonel kaideler realiteye intibak etmez” iddiasını sürerek, gerçek değerleri, yeni öğrenecek çağdaki dünya gençliğine kaybettirmeye çalışmış, bir iki kuşak sonra kaybettirmiştir. Bugün isteseler de; gerçek nedir, değer nedir, ahlak ölçüsü gerekli ama nelerdir, bulmalarına ya da bulduklarını kabul etmelerine imkân kalmamış demektir.

VEİNİNG: Kadının iğrenç, tiksindirici bir mahlûk, bir pislik, bir alçaklık çukuru olduğunu iddia eden Veining’e soralım! Acep kendisi, tarif ettiği gibi bir pislik, bir alçaklık çukurundan mı doğmuştur? Her halde kendisi böyle bir alçaklık, pislik çukurundan doğmuştur ki, böyle bir iddia ortaya atabiliyor ve bu saçmayı ispata çalışıyor.
İşte bu saçma iddiadandır ki, aile ocakları sönüyor, insanın kökeni olan ailenin hiç bir değeri kalmamak üzere, insan anasından başlayıp, gerçek değerler yıkılıp gidiyor. Veining’in Veining’in Saçmalamasından ki, her yerde insan anası olan kadınlar ve çok yüksek değeri olan kızlar, şimdi değer taşımaz yerlerde kullanılıyor. Reklama kadın, tezgahtarlığa kadın. İnsan doğuran, en mükemmel yaratık olan kadınlar, yerini, değerini kaybetmiş, sadece bir seks tahriki ile çıkar vasıtası olarak cemiyette yer almaktadır.
Bu zehirli iddiadan, saygılar, inanırlıklar, güvenirlikler kayboluyor ve insanları kolaylıkla hayvanlaştırıp, malzeme olarak kullanabiliyorlar. İstediklerini, malzeme edebildikleri kitlelere yaptırabiliyorlar.
Kadının insanlık temeli, kişilik ve şahsiyet varlığını ortaya getiren büyük bir değer olduğunu anlamıyorlar. Eğer anlıyorlarsa, büyük hıyanet ediyorlar.
Örgünöz Beşli Dizgeleri Temel Kitap’ın “Madde-Hareket” bölümünden sonra, insanı gerçek tanıtım mevcuttur. İnsan anası olan kadının gerçek değerinin çok büyük olduğu ise “Kadının Toplumundaki Yeri” adlı kitapta ispatlıdır. Hayatımız da bunu gösteriyor.

SİGMUND FREUD: En ahlaklı, en kibar asilzadenin içinde bir katil, bir cinsi sapık gizlendiğini iddia eden Yahudi Freud, bunu bilerek mi iddia etmiş, Yahudi maksadını gerçekleştirmek için mi? İnsanları harekete geçiren duygu, şahsiyet duygusudur. Cinsel duygu olduğunu iddia etmek, tamamen kafasızlıktır. İnsanı; üstün gelmek, kendisini saygı ile kabul ettirmek duygusu harekete geçirir. Cinsel duygu ise, boşluktan meydana gelir. İnsanlar tamamen hazsız, tatminsiz ve pasif kaldığı, kendini kabul ettirecek başka hiç bir varlığı kalmadığı zaman, libido yani cinsel duygu hissedilir. Hedefi yolunda, faal, başarılı, hareketli olduğu zaman, cinsel duygu kimsenin aklına gelmez.
Bu gerçeklerin tam tersini iddia eden Freud’un saçmasının, bilinç dışı olduğu halde, uzun ve kesif propagandalarla yer yapmış olması da açık seçik gösteriyor ki, Yahudi olmayanları sekse yöneltmekle de malzeme haline sokmak gayreti vardır; ve öyle olmuştur.
Bu yanlışları savunan ve destekleyenleri izlersek, hepsinin Yahudi olduğunu görürüz. Bu saçma ortaya atıldıktan sonra, özellikle dünya gençliği çeşitli bunalımlara düşmüştür.
Aile kavramı ve işlerliği bozulmuştur. Bugün biraz aklı başında olan gençler, eş bulamaz ve evlenemez olmuştur.
Tabi ki günümüzün sorunları sadece seks bunalımı, evlenememek değil. Bütün sorunlara Freud’un yanı sıra, öteki yazarların saçmaları da tesir etmektedir. O hayvan tiplerin çıkarlarına en çok yarayan ise, seks hareketlenmesinden gelen bunalımdır.
Seks, lüksü zorunlu kılar, buna göre harcamalar olur. Hele ki bir alçaklık çukuru iddiasından değeri düşürülen kadının, biraz olsun beğenilmek için harcamayacağı para düşünülemez.
Bu aralıklardan baktığımız zaman, Yahudi yazarların yaptığını, canilerin dahi yapamayacağı, hayâsızca işlenen cinayetler olduğunu görüyoruz.
Örgünöz Beşli Dizgeleri Temel Kitap’ını okuduğumuzda, insan bölümünde, seksin yeri ve basitliği bütün gerçekliği ve ispatıyla gözler önüne sergilenmiştir ki: Sekse tamamen yönelmiş kimseye, izzetinefsine dokunacak bir söz ya da davranış olsa, hemen seks unutulur, şahsiyeti savunmak başlar

LAMBROSO: Deha sahibinin saralı bir yarı deli, canilerin ise ecdadımızdan intikal eden kalıntılar tesirinde mahlûklar olduğunu iddia etmiştir. Deha sahibine, ister istemez hürmet edilir. Hürmet edilenleri ayaklar altına almak prensiplerini gerçekleştirmek için, ciltler dolusu kitaplar yazmıştır. Dehayı, sara hastalığı, yarı delilik diye vasıflandırmakla, dehanın üstüne bakılmasın, dâhilere hürmet duyulmasın maksatı açıkça görülüyor. Aynı zamanda bu sözlerle iddiasının çelişkisi de ortadadır. Hem deha hem saralı yarı deli nasıl olur?
Caniler ise, ecdadından kalıntı eseri olduğuna kanaat getirsinler, yani canilik mubah halde görülsün ve öyle kabul edilsin. Dâhilerden örnek alınmasın, canilerden de ibret alınmasın. Herkes aklına geleni yapsın, ama müspet bir girişim olmasın ki... bir avuç hayvan tipler, kitleleri dilediği gibi yönlendirsin.
Lambroso’nun iddiası insanlara öyle bir zihniyet aşılıyor ki, “güven duyulacak kimse yok.” Bu anlayışla insanlar, hayatlarına çizgi bulamazlar. Çocuklarına örnek bir kimse gösteremezler. Hedef de tayin edemezler. Yine bu iddiadan da, kendilerinden olmayanları malzeme etmek maksatı ortaya çıkmıştır. İşte böylece batı ülkelerinin halkını bir kuşa çevirmiş, doğalarından kazandıklarını ellerinden almışlar ve istediklerini yaptırmışlardır.

 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.396
Puan
113
HEİNRİCH HEİNE: Kitaplar yazarak zekâsını ve cerbezesini romantikler, idealistler ve Katoliklerle alay etmek yolunda kullanmıştır.
Bilindiği gibi Alman milliyetçiliği ve hedefi vardı. Alman ideali, dünyaya Alman milletini kabul ettirmekti. Bunu yapacak olan Almanlar, Katolik mezhebinden idi. Böylece bir ideali gerçekleştirmek gayretini, hayvan tipler romantik buldukları için, romantikler diye kaleme alınmıştı. Hein’in bu mealdeki eserleri yayınlandıktan bu yana, Almanya’da Katoliklik gevşemiş, idealistlerden kimse kalmamış sayılır. Yani Alman milliyetçiliği bitmiştir.
Oysa insanlar layık oldukları saygıyı bulabilmek için, şahsiyetli olmak zorundadırlar. Şahsiyetli olmak ise, kimliğini iddia ve ispat ile olur. Bu ise, dindarlık, idealistlik ve dava Adamı olduğunu, milliyetçilikle meydana koymaktır. Tabiidir ki, milliyetçiliğin gerekleri vardır. Yapıcı milliyetçiler, yıkıcılara fırsat vermez. Yapıcı taraf faal olursa, yıkıcı taraf hemen iflas etmek zorunda kalır.
Yıkıcı taraf iflas etmemek için gerçek mücadele veremez. Mücadele yeri ne, kalemleriyle kafaları oyalamak, milliyetçilik faaliyeti yapan düşünceleri dumura uğratmak, onların son hızla savaşları demektir ve öyle yapıyorlar.

ALBERT EİNSTEİN: Ulm’de doğmuş Yahudi Einstein, zaman ile mekanın aynı şey olduğunu, tam olarak ne zamanın, ne de mekanın mevcut bulunmadığını, her şeyin daimi bir görelik üzerine kurulduğunu iddia ediyor. Onun hem cinsleri, hemen arkasından; “modern ilim” diye iftihar ediyorlar, eski fizik binasının yıkıldığını ilan ediyorlar. Bu, dünyaya yeni bir çığır açmış havasıyla yayılıyor ve herkes tarafından kabul ediliyor.
Masallar, hatıratlar şu yana. Einstein’e soralım: Eski fizik binasını yıkıp, yeni yaptığı fizik binasında ne vardır?
Onun nazariyeleriyle ders okutuluyor. Türkiye’de fizik ve kimya okuyanlardan meslek sahibi olup çıkan var mı? Altı üstü relativite. Bu ise, çok eskilerden beri, daha açık biçimde izah edilmiştir. Einstein’ın yaptığı, fizik âlemine ait kavram karışıklıklarıyla, eski net anlayışları karıştırmaktır.
Açıkçası, o da fizik alanındaki kesin ölçüleri bozmuş ve karıştırmıştır. “Yeni” diye, eski buluşları karışık biçimde ortaya getirmiştir. Kendilerine ait fizik müesseselerini zengin etmiştir. Hiç bir iddiasında, eskisi gibi kesinlik ve açıklık yoktur. Örgünöz Beşli Dizgeleri (Temel Kitap)’nin “Madde-Hareket” kısmını okuyanlar, Einstein’ın ne kadar yanlış açıklamaları olduğunu anlamışlardır.

KARL MARX: Din, ahlak, sanat, politika gibi idealler, gerçekten çok yüksek ideallerdir. Bu yüksek ideallerin, aşağı ekonominin fışkı ve gübresi içinde yetiştiğini iddia eden Yahudi Marx’a sormak lazım:
Dinin, ahlakın, sanatın ve politikanın ekonomi ile ilişkisi ne kadardır? Bunu biliyormuş gibi bilinçsiz ve kafasız iddia sürmekte maksatın nedir?
Din, ahlak ve sanat, ekonomiyi, hayvanın otlanması gibi sayar. Bu yüksek ideallerin politikası, bunu içerir. Bu gerçeği tersine çeviririce, aşağı ekonominin içinde; dini, ahlakı, sanatı ve politikayı boğmak ve o gübrenin içine katmak maksatı çıkar ortaya. Günümüzün çirkin hayatını meydana getiren, bu saçma iddiadır.

Bugün insanlar, hırsızlığa zorlanıyor. Doğru dürüst geçinen bulunmuyor. Ekonomi bile, saçmasının fışkısında boğulup gidiyor. Bu şaçma iddia için, ciltler dolusu kitaplar, “Kapital”’ler yazılmış ve yazılıyor. Bunların hepsi, sermayeyi birleştirip, yönetimi sermayenin eline vermek, halkı kısıtlı köleler olarak çalıştırmak değil midir?
Bu saçmayı dünyaya kabul ettirmek için ne kanlar dökülüyor. 150 yıldır bunun propagandası yapılıyor, militanlar besleniyor. Uygulanan ülkeler ise, tekrar gen dönmek zorunda kalıyor.

MAX NORDAU: Avrupa ülkelerinde kese dolduran Yahudi azınlıklar, halkı soyup, büyük işler kurmuş; kendi varlıklarını, o ülkelerin zenginliği gibi göstermişler, Buna muvaffak oluncaya kadar, yani 19.asrın sonuna kadar Tolstoy, İbsen, Nietsehe, Verlaine, Avrupa medeniyetini ve başarılarını öven, hatta en ileri ülkeler olarak dünyaya kabul ettiren şairler ve kalemler olarak tanınıyordu.
Böylece o ülkeler de kendilerini, dünyanın en ileri ülkeleri olarak biliyorlardı. Budapeşte’li Yahudi Max Nordau, adı geçen meşhur şairleri, birer mütereddi (1) ve medeniyetlerin de yalan üzerine kurulmuş olduğunu gösteri verdi.
Yahudiler öyledir. Maksatını gerçekleştirinceye kadar ne kadar yalan, hile varsa yapar, bütün alçaklıklara iner. Başardıktan sonra da, her şeyini itiraf etmekten çekinmez. Onların bütün maksatları, güvenecek dal bırakmamaktır. Güvenecek dal bırakmamak için de, kendilerinin iddiasını bile kendileri yalanlar, böylece şaşırtmalarını sürdürürler.
İşte görüyoruz ki, bugün dünyada geçerli ve tutarlı diye savunulan fikir ve sistemler, sadece yıkıcılar için tutarlı ve geçerlidir. Yapıcıları yıkmaya, şahsiyetsiz hale getirip, istediklerini yaptırmaya doğru onları ilerletiyor. Mevcut fikir ve sistemlerin bize yarar hiç bir tarafı olmadığını, kendi hayatlarımızdan da görüyoruz.
Bizi öyle uyuşturmuşlar ki, beynelmilelciliğe heves edenler çoğalıyor.
Beynelmilelciliğin temelini bilmeden, yıkıcı tarafın çeşitli muvaffakiyetlerini geliştiren girişimlere nasıl uşak oluyoruz. Bunun farkında olan var mıdır? Varsa, onlar, Yahudi uşaklığını gönüllü olarak kabul etmişlerdir.
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst