Aslı Oktay
Daimi Üye
ÜÇÜNCÜ SÖZ
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla
Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz. (Bakara Sûresi: 21.)
İbâdet ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefâhet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit, iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der:
"Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki; intizamsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hulâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizâma tâbi olmak istemez. Sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur. Fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir sûrette gider. Tâ mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhâfaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ, o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir nâmuslu askere münâsip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki, âlem-i ervâhtan gelip, kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâdır. İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez.
Çünkü, âbid, namazında der:
Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.) Yani, "Hâlık ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur" diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karşı tahassun eder. İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?" der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ,
(Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah'a hamd olsun.) demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla
Ey insanlar! Rabbinize kulluk ediniz. (Bakara Sûresi: 21.)
İbâdet ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefâhet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit, iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der:
"Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki; intizamsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hulâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizâma tâbi olmak istemez. Sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur. Fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir sûrette gider. Tâ mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhâfaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ, o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir nâmuslu askere münâsip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki, âlem-i ervâhtan gelip, kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâdır. İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez.
Çünkü, âbid, namazında der:
Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.
Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?" der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.
Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ,