Usta çizerden bir İstanbul romanı: Minare Gölgesi

nk83

࿐*⁀➷
Sitenin Hikaye Yazarı
Katılım
24 Ağustos 2010
Mesajlar
63.117
Tepki
83.535
Puan
113
Konum
İstanbul
565927412770.jpg


Usta çizerden bir İstanbul romanı: Minare Gölgesi

Mart ayında 'İletişim' etiketiyle raflardaki yerini alan 'Minare Gölgesi'ni kitabın yazarı Engin Ergönültaş ile konuştuk...
Büyük bir çizer olarak zaten edebiyata peri tozları serpmiş olan Engin Ergönültaş'tan, üzerinde beş sene çalışılmış büyük bir roman.

Mart ayında İletişim etiketiyle raflardaki yerini alan 'Minare Gölgesi'nin detaylarını yazarı Engin Ergönültaş ile konuştuk...

İşte Minare Gölgesi'nin detayları ve kitabı anlatan tanıtım filmi.


KİTABIN İSMİ NEREDEN GELİYOR?
Romanda, evinden kaçıp minareye saklanmış, artık şerefede yatıp kalkan küçük bir çocuk var. İki yaşlı kadının, bir tas içindeki suya bakarak o kayıp küçük çocuğu aradıkları anda, tam o suya baktıkları an'da, -dışarıda güneş batmaktadır- minarenin gölgesi, şerefesindeki küçük çocuğun başının gölgesiyle birlikte kararmaya başlamış odanın karşı duvarına vurur. Romanın adı o an'dan gelme.

Şimdilerde pek kullanılmıyor ama geçmişte "Minare gölgesi/ Davul tozu" şeklinde sıkça duyulurdu. 'Hiçlik', 'Yokluk' anlamına gelirdi. Tam 'Yokluk' ta değil, daha doğrusu; 'bir var/ bir yok' olmayı, gölgenin 'dokunulamaz', 'ele geçirilemez'liğini, 'geçiciliğini' de hissettirirdi.

Çocuklukta işitildiğinde, sanki bir 'sır'la, 'gayb âlemi'ne ait bir şeyle; bir 'muamma' ile karşılaşılmış duygusu da verirdi.
Çocuklar gölgelere düşkündür.

Mümkün olabilseydi eğer, insanların, kitabın kapağında yazılı "minare gölgesi" adını, o eski zamanlarda, -mahalle sanki koca bir güneş saatiymiş gibi minarenin gölgesi evlerden evlere geçe geçe, bir uzayıp bir kısalarak dönüp dururdu- geçmiş bir çocuklukta işitilmiş haliyle; bir çocuğun muhayyilesinde oluşmuş o tuhaf tınısıyla algılamalarını isterdim.

BİR ROMANA AD VERMENİN ZORLU BİR SÜREÇ OLDUĞUNU BİLİYORUZ. ROMANIN ADI YAZIM SÜRECİNİN BAŞINDAN BERİ BELLİ MİYDİ?
Evet, sahiden epey zorlu, sancılı bir iş. Sanki sizden, 370 sahife boyu anlattığınız bir şeyi sıkıştırıp iki kelime haline getirmeniz isteniyormuş gibi bir durum. Gibisi de fazla belki, basbaya öyle bir yanı da var. -Padişah'ın zavallı Keloğlan'dan istediği şeylere benzemiyor değil-

Son satırın noktasını koyuncaya kadar,-beş yıl boyunca- zihnimin içinde çeşit çeşit muhtemel isim adayları da dönüp dönüp durdu tabi ama bitişinden hemen sonra, romanın adının içinde 'gölge' kelimesinin geçmesi isteği ağır bastı. Hem 'gölge' nin çok anlamlılığı sebebiyle, -aklımın kuytularında Hitchcock'un, Ayzeynştayn'ın, Alman dışavurumcu siyah beyaz filmlerinin ürkütücü gölgeleriyle, Karagöz'ün, Hacivat'ın, eğlenceli gölgeleri içiçe, titreşip duruyor, fonda, derinlerde 'dünya bir gölgeliktir' türküsü çalıyordu- hem de Platon'un ünlü 'mağara analojisi'nden bu yana, iki bin yılı aşkın bir zamandır 'gölge' sözcüğü, insanların hakikati, ancak mağara duvarına vuran gölgelerini seyrederek, eksik anlamalarını yani 'eksik anlamayı' (dolayısıyla eksik anlatmayı da) hatırlattığı için romana 'gölge'li bir ad vermek, belki bir çaresizliğin, bir aczin ikrarını da içerir diye ummuş olabilirim.

564523724770.jpg


ROMAN İÇİN BİR İSTANBUL ROMANI DİYEBİLİR MİYİZ?
Diyebiliriz gibi, ama... sanki diyemeyebiliriz de... İstanbul, o kadar dallandı budaklandı, karmaşıklaştı, birbirine benzemez o kadar acaip şeyi birden ihtiva eder bir hale geldi ki, artık bir roman için 'İstanbul romanı' demek, 'Herşey'e dair bir roman' demek gibi bir şey oldu. İstanbul içinde binbir türlü 'İstanbullar' var. Minare Gölgesi, Haliç kıyısında, surların, eski mezarlıkların arasında saklı bir mahallede başlıyor. Yani bir 'sur içi' romanı. Kuledibi'nde genelevler sokağında, Tarlabaşı Caddesi'ne inen yokuşlardaki izbe Müzikhollerde, çalgılı meyhanelerde devam ediyor.


Bir yazar için kendi yazdıklarını nitelemenin zor olduğunu biliyoruz ama Minare Gölgesi'ni nasıl tanımlardınız?
Zor oluşu bir yana, zaman içinde yazarın kendi tanımlamasının bir kıymet-i harbiyesi olabilecek midir? Galiba en doğrusu, doğan çocuğa hemen bir ad vermeyip, çocuğun büyüyüp bir delikanlı olduktan, ancak bir kahramanlık yaptıktan sonra kendi tanımını, lâkabını, adını, kendi kendisinin almasını bekleyen eski kabilelerin yaptığı... Romancı da onların yaptığı gibi romanını meydana sürüp beklemeli. Gitsin kendi 'mana'sını kendi edinsin... Artık rezil mi olur vezir mi olur? Kendi macerası...


KİTAPTAN...

"... Ağır demir sokak kapısını dışarıda hızlanıp deli deli savrulan karların üzerine gıcırtılarla kapattılar.

Kapıyı kapatır kapatmaz yakındaki caminin minaresinden birden patlayan yatsı ezanı, kalın demir kapının içinden geçti, girişteki boşlukta pul pul dökülmüş rutubetli duvarlara çarpa çarpa karanlığın ortasında çınladı.

Karanlığın ve yüksek sesle okunan ezan sesinin içinde, bir nehire giren biri gibi, kısa bir an kıpırtısız, öylece durdular.

Annesi nemli duvarda otomatik düğmesini bulup birkaç kere bastı.

Işık yanmadı.

'Kafasına göre çalışıyor, şunu da birtürlü yaptıramadılar.'

Kat başlarındaki aydınlığa bakan küçük pencerelerdeki kül rengi loşluğa yağan karlar ve karanlık.

Karanlığın içinde annesinin kolunun ılıklığı...

Meryem, uzun sürmüş ağrılı bir gecede, ateşler içinde, ağrılar ve kâbuslarla uyuduktan sonra, karanlığın ortasında birden uyanıp ağrının tamamen geçtiğini anladığı gecelerden birinde duyduğu huzur ve mutluluğun aynısını duydu."

Bir yoksul mahalle peyzajı... Sürüsüne bereket kedi köpek, cam çerçeve, mutfak soba, duvar kaldırım, cami minare değil ama sadece; insan hallerini, kalpleri nazmeden bir peyzaj. İklimle akraba, kâh rüzgârın, kâh yağışların, kâh yaz sıcağının refakatinde, delirmenin ayartısıyla koyun koyuna, kırık gönüllü hayatlar... Çaresizliğin içinde ümidini ve iç huzurunu taştan çıkartan, kimi de çıkartamayanlar…

Hele ümidin taşocağındaki kadınlar…

İçinde, bir eski "orospunun" hikâyesi. İçinde, mahalleye yatır olmuş bir uyuyan adam hikâyesi. İçinde, bu "büyük" dünyadan büyülü kuytulara ve birbirlerine sığınan iki çocuğun hikâyesi – yolu, minarenin şerefesine çıkan...


ENGİN ERGÖNÜLTAŞ

1951 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu. 70'Ii yıllarda Gırgır dergisinde Zalim Şevki / Kelek Osman adlı tiplerin hikâyelerini yazıp çizdi. Mikrop dergisini yönetti. Yine 70'li yıllarda Politika ve Milliyet gazetelerinde çizer olarak çalıştı. Dönemin Kültür / Sanat dergilerinde minibüs kültürü / Arabeskleşme / Gülmece / Sanat üzerine çeşitli incelemeleri yayımlandı. Fransa'da çeşitli çizgi roman dergilerinde resimli hikâyeleri yayımlandı. Atıf Yılmaz'ın yönettiği Hayallerim Aşkım ve Sen adlı filmin sanat yönetmenliğini yaptı. Yine Atıf Yılmaz için yazmış olduğu Terso adlı senaryoyu çizgiroman olarak yayımladı. Pişmiş Kelle adlı mizah dergisini yönetti.

Sabah
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst