"Yaşadığımız olayları doğru yorumluyor muyuz?
Hayatı doğru okuyabiliyor, yaşadığımız irade dışı olayları doğru yorumlayabiliyor muyuz? Mutlu ve huzurlu yaşamak için inanmış insana ait düşünce derinliklerini biliyor muyuz? Mesela maruz kaldığımız irade dışı hallerimize şöyle de bakabiliyor muyuz?
-Hayatta karşılaştığımız olaylar bizi ya üzüyor ya da sevindiriyor. Üzen olaylara karşı sabır, sevindiren olaylara karşı da şükür hissiyle mukabele edebiliyor muyuz? Rabb'imizin müminden beklediği de bu düşünce şekli değil mi? Sıkıntılar karşısında sevabı artıran sabır, iyilikler karşısında da nimeti artıran şükür.
İşte bu özel ve güzel düşüncesi sayesinde inanmış insan, hayatta yıkılmıyor, karşılaştığı olayı hakkında hep hayra çevirebiliyor. Hep mutlu ve huzurlu kalabiliyor. Nitekim Efendimiz (sas), inanmış insanın bu özel ve güzel vasfını şöyle haber veriyor:
-Hayret edilir müminin haline! Üzücü bir sıkıntı ile karşılaşsa, sabreder kazanır; sevindirici bir iyilikle karşılaşsa şükreder yine kazanır!. Yani mümin, bu özel ve güzel anlayışı sayesinde hep kazanır, hiç kaybetmez. Kuvvetli tevekkül ve teslimiyeti onu hep ayakta tutar, hiç ümitsizliğe düşürmez! Yeter ki, iradesi dışında gelen bu sıkıntıların zahmetine kilitlenip de arkasındaki rahmeti düşünemez hale gelmesin. Zahmetlerin gidip rahmetin baki kalacağı gerçeğini unutmasın, olaylara gafletle değil basiretle bakmasını bilsin.
İnanmış insanın bu isabetli düşüncesine işaret eden maneviyat büyükleri derler ki:
-Mümin insanın iradesi dışında maruz kaldığı sıkıntı ve musibetler aslında, ya makamının yükselmesine sebeptir yahut da günahlarının affına sebeptir. Yani her iki hal de müminin lehinedir. Çünkü sevabı artıran sabrı sayesinde ya makamı yükseliyor ya da günahlarının affı söz konusu oluyor, cezasını burada ödemiş oluyor.
İşte sabrın bu sevindirici sonuçlarından dolayı kamil insanlar, musibet ve sıkıntıları günahlarının affına sebep olacak imtihanları olarak karşılamışlar, sıkıntıların içinde de bir nevi mutluluk hissetmişlerdir. Yeter ki demişler, insan zorlukların zahmetine kilitlenip de arkasındaki rahmeti göremez hale gelmesin. Sabır içinde şükretmesini bilsin. Unutmasın ki, 'sabır dağ meyvesi gibi acıdır, fakat şifalıdır!'
Ayrıca mümin insanın bunlardan daha önemli bir başka bakış açısı daha vardır. O da şudur: Dünyamıza gelen musibetler öyle korkulacak kadar büyük musibetler de değildir. Asıl musibet, dinimize gelecek musibettir! Yani, dini yaşama aşk ve şevkini kaybetme musibeti. Çünkü dine gelen musibetin insana kazandıracak hiçbir güzel yanı yoktur. Tümüyle musibettir!
İşte bu önemli farktan dolayı Basra'nın büyük velisi Sehl bin Abdullah'a şikâyette bulunan bir adam, "Evime hırsız girmiş, tüm altınlarımı çalmış!" diye feryat edince diyor ki:
-Evine hırsız girip altınlarını çalma yerine, kafana şeytan girip şüphe vererek imanını çalsa da, dinini yaşama aşk ve şevkini kaybetseydin ne olacaktı halin? Korkacaksanız dininize gelecek musibetten korkun, dünyanıza gelecekten değil. Ahirete altınsız gidebilirsiniz ama imansız, amelsiz gidemezsiniz. Rabb'imiz İslam'ı yaşama aşk ve şevkinizi korusun, imanınıza musallat olacak musibetten muhafaza buyursun!
Demek ki musibetin bir de böyle dine gelecek yanı var.
-Ne dersiniz? Sıkıntı ve musibetlere biraz da böyle geniş açıdan da bakabiliyor muyuz? Hayatta karşılaştığımız her hali, ya sabrederek ya da şükrederek hakkımızda hayra çevirebiliyor muyuz? Asıl musibet dini hayatımıza gelebilecek musibettir, diye düşünebiliyor muyuz? Çünkü dünyevi musibetin sonunda zahmet gider, rahmeti kalır. Ama dini yaşama aşk ve şevkimizi kaybetmenin sonunda hiçbir rahmet yoktur. O, tümüyle musibettir. Rabb'imiz dinimizi yaşama aşk ve şevkimizi korusun.. diyebiliyor muyuz? Böylece olayları doğru yorumluyor, mutluluk ve huzurumuzu ömür boyu sürdürebiliyor muyuz?
-Hayatta karşılaştığımız olaylar bizi ya üzüyor ya da sevindiriyor. Üzen olaylara karşı sabır, sevindiren olaylara karşı da şükür hissiyle mukabele edebiliyor muyuz? Rabb'imizin müminden beklediği de bu düşünce şekli değil mi? Sıkıntılar karşısında sevabı artıran sabır, iyilikler karşısında da nimeti artıran şükür.
İşte bu özel ve güzel düşüncesi sayesinde inanmış insan, hayatta yıkılmıyor, karşılaştığı olayı hakkında hep hayra çevirebiliyor. Hep mutlu ve huzurlu kalabiliyor. Nitekim Efendimiz (sas), inanmış insanın bu özel ve güzel vasfını şöyle haber veriyor:
-Hayret edilir müminin haline! Üzücü bir sıkıntı ile karşılaşsa, sabreder kazanır; sevindirici bir iyilikle karşılaşsa şükreder yine kazanır!. Yani mümin, bu özel ve güzel anlayışı sayesinde hep kazanır, hiç kaybetmez. Kuvvetli tevekkül ve teslimiyeti onu hep ayakta tutar, hiç ümitsizliğe düşürmez! Yeter ki, iradesi dışında gelen bu sıkıntıların zahmetine kilitlenip de arkasındaki rahmeti düşünemez hale gelmesin. Zahmetlerin gidip rahmetin baki kalacağı gerçeğini unutmasın, olaylara gafletle değil basiretle bakmasını bilsin.
İnanmış insanın bu isabetli düşüncesine işaret eden maneviyat büyükleri derler ki:
-Mümin insanın iradesi dışında maruz kaldığı sıkıntı ve musibetler aslında, ya makamının yükselmesine sebeptir yahut da günahlarının affına sebeptir. Yani her iki hal de müminin lehinedir. Çünkü sevabı artıran sabrı sayesinde ya makamı yükseliyor ya da günahlarının affı söz konusu oluyor, cezasını burada ödemiş oluyor.
İşte sabrın bu sevindirici sonuçlarından dolayı kamil insanlar, musibet ve sıkıntıları günahlarının affına sebep olacak imtihanları olarak karşılamışlar, sıkıntıların içinde de bir nevi mutluluk hissetmişlerdir. Yeter ki demişler, insan zorlukların zahmetine kilitlenip de arkasındaki rahmeti göremez hale gelmesin. Sabır içinde şükretmesini bilsin. Unutmasın ki, 'sabır dağ meyvesi gibi acıdır, fakat şifalıdır!'
Ayrıca mümin insanın bunlardan daha önemli bir başka bakış açısı daha vardır. O da şudur: Dünyamıza gelen musibetler öyle korkulacak kadar büyük musibetler de değildir. Asıl musibet, dinimize gelecek musibettir! Yani, dini yaşama aşk ve şevkini kaybetme musibeti. Çünkü dine gelen musibetin insana kazandıracak hiçbir güzel yanı yoktur. Tümüyle musibettir!
İşte bu önemli farktan dolayı Basra'nın büyük velisi Sehl bin Abdullah'a şikâyette bulunan bir adam, "Evime hırsız girmiş, tüm altınlarımı çalmış!" diye feryat edince diyor ki:
-Evine hırsız girip altınlarını çalma yerine, kafana şeytan girip şüphe vererek imanını çalsa da, dinini yaşama aşk ve şevkini kaybetseydin ne olacaktı halin? Korkacaksanız dininize gelecek musibetten korkun, dünyanıza gelecekten değil. Ahirete altınsız gidebilirsiniz ama imansız, amelsiz gidemezsiniz. Rabb'imiz İslam'ı yaşama aşk ve şevkinizi korusun, imanınıza musallat olacak musibetten muhafaza buyursun!
Demek ki musibetin bir de böyle dine gelecek yanı var.
-Ne dersiniz? Sıkıntı ve musibetlere biraz da böyle geniş açıdan da bakabiliyor muyuz? Hayatta karşılaştığımız her hali, ya sabrederek ya da şükrederek hakkımızda hayra çevirebiliyor muyuz? Asıl musibet dini hayatımıza gelebilecek musibettir, diye düşünebiliyor muyuz? Çünkü dünyevi musibetin sonunda zahmet gider, rahmeti kalır. Ama dini yaşama aşk ve şevkimizi kaybetmenin sonunda hiçbir rahmet yoktur. O, tümüyle musibettir. Rabb'imiz dinimizi yaşama aşk ve şevkimizi korusun.. diyebiliyor muyuz? Böylece olayları doğru yorumluyor, mutluluk ve huzurumuzu ömür boyu sürdürebiliyor muyuz?