COŞKUYLA ÖLMEK
Bir önceki Şule Gürbüz kitabı -Zamanın Farkında- hakkında Mehmet S.Omay yazmış ve bu harika yazarımızı ve kitabını bize tanıtmıştı. Doğal olarak son kitabını da yine onun kaleminden tanıtıyoruz.
Henüz bir önceki kitabın, ‘Zamanın Farkında’nın dumanı tüterken yeni bir Şule Gürbüz kitabıyla karşılaşmak çok güzelmiş. ‘Zamanın Farkında’ bizi yokuş aşağı koşan öyküleriyle büyülemişti. ‘Coşkuyla Ölmek’ ise bir yanıyla yazarın ilk kitabı ‘Kambur’a çok daha yakın gibi duruyor. ‘Coşkuyla Ölmek’ kara mizahın, daha doğrusu karanlık mizahın acımsı bakışıyla dolu dolu bir kitap. Öyle bir kitap ki, bir yanıyla okuyanı tebessüm ettiren, giderek güldüren fakat hemen ardından hüzünle, yeisle, müthiş bir huzursuzluk duygusuyla doldurup, okuyanı tırmalayan, canını yakan bir yanı var. Böylece ‘Coşkuyla Ölmek’ aynı kederle, aynı içe dönük bakışla bir başka uçtan ‘Zamanın Farkında’ ile buluşuyor ve onu tamamlıyor.
Evvela kitabın kapağından söz etmek gerek. İletişim Yayınları, kitap kapağı konusunda sabıkalı bir yayınevi. Mazrufun önemine inanmış bir yayınevinin zarfa da birazcık özen göstermesini beklemeyi bırakalı çok olmuştu. Bu nedenle, İletişim’den böyle güzel kapaklı bir kitap görünce çok şaşırdım. Önce Hoca Ali Rıza’nın bilmediğim bir resmi keşfedilmiş galiba dedim. Aynı sıcak renkler, aynı ağaçlar, aynı evler. Ne güzel bir kapak olmuş diye merakla kitabın künye sayfasına baktım hemen. Orada ‘kapak fotoğrafı’ ibaresinin yanında Şule Gürbüz ismini görünce şaşkınlığım daha da arttı. Demek ki güzel kapaklı bir İletişim kitabı olabiliyormuş, demek ki yazar da yayınevinin kapak konusundaki yabancı duruşundan şikâyetçiymiş diye düşündüm.
‘Coşkuyla Ölmek, insanın doğası üzerine yazılmış dört öyküden mürekkep bir kitap. Teksesli ve huzursuz mimarisiyle bize bizi anlatan bir beste gibi. Coşkuyla Ölmek, içinde nice kederi, nice sevinci birlikte saklayan bir Boğaziçi yalısı gibi. Kitaptaki öykülerden üç ayrı roman çıkabilirmiş pekâlâ. Fakat Şule Gürbüz, şiirin o muazzam olanaklarını da kullanarak, hiç uzatmadan, lafını evirip çevirip yeniden satmadan, her defasında farklı bir insanlık dramına işaret ederek yazmış. Oysa uzatmaları, uzatılanları çok seven bir dünya var önümüzde. Dizi dizi, cilt cilt birbirini izleyen, tuğla tuğla romanların övgülerle karşılandığı, pamuklara sarılarak kutsandığı bir zamanda, ‘Coşkuyla Ölmek’ bir yeraltı suyudur, dağ başında ansızın karşılaştığımızda sevindiğimiz bir pınar gibidir.
‘RUHUNA FATİHA’
‘Coşkuyla Ölmek’ kitabının ilk öyküsü ‘Ruhuna Fatiha’ adını taşıyor. Kahramanımız, çok huzursuz, kendini ince ince hırpalamayı seven bir insan. Bir yandan da halini tavrını çok önemseyen (bizim gibi) bir ruh hali ile dış dünyaya karşı mücadele ediyor. Kendini haddinden fazla önemseyince, aldanmaya müsait, kırılgan bir hâle giriyor. Nitekim hem lokanta macerasında (sahnesi de diyebiliriz) hem de evdeki boyacılarla olan mücadelesinde hep kaybeden taraf oluyor. Aslında kahramanımız mütemadiyen kaybediyor, aldatılıyor, fakat bu kaybedişte, aldanmada bile bir huzur bulabiliyor. Büyük sözler söylüyor, insanın değişmeyen, acı doğası üzerine düşünüyor, hemen ardından küçük hesapları dahi göremiyor, aldanıyor. Kendi kendini yiyip bitirecek derken, şaşkınlıkla anlıyoruz ki yine düze çıkıyor. Bu öyküde hafızadan çıkmayacak cümleler var. Bence en çarpıcısı, en dokunanı şudur: “Aldatılmada insandan umudu kesmenin eşsiz huzuru vardı.”
‘AKILSIZ ADAM’
İkinci ve üçüncü öykü ise birbiriyle bağlantılı bir kurgu ile yazılmış. ‘Akılsız Adam’ ve ‘Akılsız Adamın Oğlu’ adını taşıyan öyküler bağlantılı ancak bağımsız bir yapıda. Dilleri de iç yapıları da farklı. Yine edebiyatımızda az görülen bir derdin, bir tasanın izini süren öyküler bunlar. ‘Akılsız Adam’, baba olmak, hayatını çocuğu üzerinden tarif etmek, çocuğunu bir proje olarak görmek üzerine, kendini hayatın çokların değil de azların bulunduğu bir başka köşesinde görmek üzerine düşünen, derinlere kök salan bir öykü. ‘Akılsız Adam’da bir yandan Refik İyisoy’un dervişane düşünceleriyle büyüleniyoruz, eski zaman insanlarını düşünüp hayallere dalıyoruz, ama bir yandan da kendine çizdiği bir çerçeve içinde kalıp durmasına, uzaklığına, başka bir zamandan aramıza düşmüş gibi olmasına bakıp ürküyoruz. Konuşan, hayallerini ve düşündüklerini paylaşan sadece Refik İyisoy değil, bir devrin, bir dönemin insanı. Bu nedenle Refik İyisoy’u kendine mahsus özellikleri olan bir insan olarak düşünmemek gerekir. ‘Akılsız Adam’ tıpkı kitaptaki diğer öyküler gibi simgesel okumalara açık kapılarla dolu.
‘AKILSIZ ADAM’IN OĞLU SADULLAH EFENDİ’
‘Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi’ öyküsünde ise bizi Refik İyisoy’un oğlu karşılıyor. Oğul, geçmişini anlamayan, anlamak istemeyen bir adam. Babasından, babasının temsil ettiği değerlerden, babasının içinde yaşadığı çevreden kaçıp yabancı bir memlekette nefes almayı deneyen biri Sadullah İyisoy. Önceleri bunu gayet iyi başarıyor da, bir yabancıyla evlenip, işinde başarılı, çalıştığı şirkete sadık biri olarak huzura ermek istiyor. Ama olmuyor, olamıyor bir türlü, içinde onun bilmediği bir tohum var. Mayasız hamur gibi tatsız, hayatı düz çizgilerden ibaret bir insan olan Sadullah Bey, kalbinin kırık oluşunu, delirmenin eşiğine gelince anlıyor. Biz onun düştüğü acınacak halleri okuyoruz. (Bu öykünün sonunu Refik İyisoy da okumalıydı.)
′RÜYA İMİŞ′
Son öykünün adı ‘Rüya İmiş’ bana Memduh Şevket Esendal, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay çizgisinde bir öykü gibi geldi. Ancak ‘Rüya İmiş’ öyküsünde ilerledikçe, okuyanı hem paralayan kederli cümleleriyle, hem tebessüm ettiren olaylarıyla başka bir yerde duruyor sanki. Öykünün anlatıcısı Hikmet, arkadaşı Eyüp, karısı Cemile ve teyzesi (ama ne cevval bir teyze!) ile bir başka tadı var bu öykünün. Son öykü bittiğinde durup düşünmemek elde değil. ‘Rüya İmiş’, bize bizi anlatıyor, ‘benim senden, senin benden bir farkın yok’ diyor adeta. İsteklerimiz, hayallerimizin bir payandası yok, gelip geleceğimiz yer de belli. Kimi insanın gönlü başka bir yer, başka bir durum için çırpınsa da, bir aşağıdaki sokaktan ötesine gücü yetmiyor. Kişi bazen kendini başka bir yerden izliyor, rüyadaymış gibi müdahale edemiyor, müdahale etmeye korkuyor, tedirgin olup kendini akışa bırakıyor.
Öykülerin ortak noktalarından biri, okuyan insanı zamanda bir yolculuğa çıkarması elbette. Şule Gürbüz, edebiyatın bir saatçi dükkânı gibi olduğunu hissettiriyor. Zaman kelimelerle akıp duruyor, öyküsünü okuduklarımız yaşlanıyor. Öykülerin arasına incelikle serpiştirilmiş yazarlar, kitaplar ve keşfedilmeyi bekleyen diğer ayrıntılar var. ‘Coşkuyla Ölmek’ bir kez okumakla bitmeyecek nadir kitaplardan biri. Belki Şule Gürbüz okumanın en güzel yanı da bu: Okurken bir saatin içinden nice dünyaya bakıyor gibiyiz.
Bir önceki Şule Gürbüz kitabı -Zamanın Farkında- hakkında Mehmet S.Omay yazmış ve bu harika yazarımızı ve kitabını bize tanıtmıştı. Doğal olarak son kitabını da yine onun kaleminden tanıtıyoruz.
Henüz bir önceki kitabın, ‘Zamanın Farkında’nın dumanı tüterken yeni bir Şule Gürbüz kitabıyla karşılaşmak çok güzelmiş. ‘Zamanın Farkında’ bizi yokuş aşağı koşan öyküleriyle büyülemişti. ‘Coşkuyla Ölmek’ ise bir yanıyla yazarın ilk kitabı ‘Kambur’a çok daha yakın gibi duruyor. ‘Coşkuyla Ölmek’ kara mizahın, daha doğrusu karanlık mizahın acımsı bakışıyla dolu dolu bir kitap. Öyle bir kitap ki, bir yanıyla okuyanı tebessüm ettiren, giderek güldüren fakat hemen ardından hüzünle, yeisle, müthiş bir huzursuzluk duygusuyla doldurup, okuyanı tırmalayan, canını yakan bir yanı var. Böylece ‘Coşkuyla Ölmek’ aynı kederle, aynı içe dönük bakışla bir başka uçtan ‘Zamanın Farkında’ ile buluşuyor ve onu tamamlıyor.
Evvela kitabın kapağından söz etmek gerek. İletişim Yayınları, kitap kapağı konusunda sabıkalı bir yayınevi. Mazrufun önemine inanmış bir yayınevinin zarfa da birazcık özen göstermesini beklemeyi bırakalı çok olmuştu. Bu nedenle, İletişim’den böyle güzel kapaklı bir kitap görünce çok şaşırdım. Önce Hoca Ali Rıza’nın bilmediğim bir resmi keşfedilmiş galiba dedim. Aynı sıcak renkler, aynı ağaçlar, aynı evler. Ne güzel bir kapak olmuş diye merakla kitabın künye sayfasına baktım hemen. Orada ‘kapak fotoğrafı’ ibaresinin yanında Şule Gürbüz ismini görünce şaşkınlığım daha da arttı. Demek ki güzel kapaklı bir İletişim kitabı olabiliyormuş, demek ki yazar da yayınevinin kapak konusundaki yabancı duruşundan şikâyetçiymiş diye düşündüm.
‘Coşkuyla Ölmek, insanın doğası üzerine yazılmış dört öyküden mürekkep bir kitap. Teksesli ve huzursuz mimarisiyle bize bizi anlatan bir beste gibi. Coşkuyla Ölmek, içinde nice kederi, nice sevinci birlikte saklayan bir Boğaziçi yalısı gibi. Kitaptaki öykülerden üç ayrı roman çıkabilirmiş pekâlâ. Fakat Şule Gürbüz, şiirin o muazzam olanaklarını da kullanarak, hiç uzatmadan, lafını evirip çevirip yeniden satmadan, her defasında farklı bir insanlık dramına işaret ederek yazmış. Oysa uzatmaları, uzatılanları çok seven bir dünya var önümüzde. Dizi dizi, cilt cilt birbirini izleyen, tuğla tuğla romanların övgülerle karşılandığı, pamuklara sarılarak kutsandığı bir zamanda, ‘Coşkuyla Ölmek’ bir yeraltı suyudur, dağ başında ansızın karşılaştığımızda sevindiğimiz bir pınar gibidir.
‘RUHUNA FATİHA’
‘Coşkuyla Ölmek’ kitabının ilk öyküsü ‘Ruhuna Fatiha’ adını taşıyor. Kahramanımız, çok huzursuz, kendini ince ince hırpalamayı seven bir insan. Bir yandan da halini tavrını çok önemseyen (bizim gibi) bir ruh hali ile dış dünyaya karşı mücadele ediyor. Kendini haddinden fazla önemseyince, aldanmaya müsait, kırılgan bir hâle giriyor. Nitekim hem lokanta macerasında (sahnesi de diyebiliriz) hem de evdeki boyacılarla olan mücadelesinde hep kaybeden taraf oluyor. Aslında kahramanımız mütemadiyen kaybediyor, aldatılıyor, fakat bu kaybedişte, aldanmada bile bir huzur bulabiliyor. Büyük sözler söylüyor, insanın değişmeyen, acı doğası üzerine düşünüyor, hemen ardından küçük hesapları dahi göremiyor, aldanıyor. Kendi kendini yiyip bitirecek derken, şaşkınlıkla anlıyoruz ki yine düze çıkıyor. Bu öyküde hafızadan çıkmayacak cümleler var. Bence en çarpıcısı, en dokunanı şudur: “Aldatılmada insandan umudu kesmenin eşsiz huzuru vardı.”
‘AKILSIZ ADAM’
İkinci ve üçüncü öykü ise birbiriyle bağlantılı bir kurgu ile yazılmış. ‘Akılsız Adam’ ve ‘Akılsız Adamın Oğlu’ adını taşıyan öyküler bağlantılı ancak bağımsız bir yapıda. Dilleri de iç yapıları da farklı. Yine edebiyatımızda az görülen bir derdin, bir tasanın izini süren öyküler bunlar. ‘Akılsız Adam’, baba olmak, hayatını çocuğu üzerinden tarif etmek, çocuğunu bir proje olarak görmek üzerine, kendini hayatın çokların değil de azların bulunduğu bir başka köşesinde görmek üzerine düşünen, derinlere kök salan bir öykü. ‘Akılsız Adam’da bir yandan Refik İyisoy’un dervişane düşünceleriyle büyüleniyoruz, eski zaman insanlarını düşünüp hayallere dalıyoruz, ama bir yandan da kendine çizdiği bir çerçeve içinde kalıp durmasına, uzaklığına, başka bir zamandan aramıza düşmüş gibi olmasına bakıp ürküyoruz. Konuşan, hayallerini ve düşündüklerini paylaşan sadece Refik İyisoy değil, bir devrin, bir dönemin insanı. Bu nedenle Refik İyisoy’u kendine mahsus özellikleri olan bir insan olarak düşünmemek gerekir. ‘Akılsız Adam’ tıpkı kitaptaki diğer öyküler gibi simgesel okumalara açık kapılarla dolu.
‘AKILSIZ ADAM’IN OĞLU SADULLAH EFENDİ’
‘Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi’ öyküsünde ise bizi Refik İyisoy’un oğlu karşılıyor. Oğul, geçmişini anlamayan, anlamak istemeyen bir adam. Babasından, babasının temsil ettiği değerlerden, babasının içinde yaşadığı çevreden kaçıp yabancı bir memlekette nefes almayı deneyen biri Sadullah İyisoy. Önceleri bunu gayet iyi başarıyor da, bir yabancıyla evlenip, işinde başarılı, çalıştığı şirkete sadık biri olarak huzura ermek istiyor. Ama olmuyor, olamıyor bir türlü, içinde onun bilmediği bir tohum var. Mayasız hamur gibi tatsız, hayatı düz çizgilerden ibaret bir insan olan Sadullah Bey, kalbinin kırık oluşunu, delirmenin eşiğine gelince anlıyor. Biz onun düştüğü acınacak halleri okuyoruz. (Bu öykünün sonunu Refik İyisoy da okumalıydı.)
′RÜYA İMİŞ′
Son öykünün adı ‘Rüya İmiş’ bana Memduh Şevket Esendal, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay çizgisinde bir öykü gibi geldi. Ancak ‘Rüya İmiş’ öyküsünde ilerledikçe, okuyanı hem paralayan kederli cümleleriyle, hem tebessüm ettiren olaylarıyla başka bir yerde duruyor sanki. Öykünün anlatıcısı Hikmet, arkadaşı Eyüp, karısı Cemile ve teyzesi (ama ne cevval bir teyze!) ile bir başka tadı var bu öykünün. Son öykü bittiğinde durup düşünmemek elde değil. ‘Rüya İmiş’, bize bizi anlatıyor, ‘benim senden, senin benden bir farkın yok’ diyor adeta. İsteklerimiz, hayallerimizin bir payandası yok, gelip geleceğimiz yer de belli. Kimi insanın gönlü başka bir yer, başka bir durum için çırpınsa da, bir aşağıdaki sokaktan ötesine gücü yetmiyor. Kişi bazen kendini başka bir yerden izliyor, rüyadaymış gibi müdahale edemiyor, müdahale etmeye korkuyor, tedirgin olup kendini akışa bırakıyor.
Öykülerin ortak noktalarından biri, okuyan insanı zamanda bir yolculuğa çıkarması elbette. Şule Gürbüz, edebiyatın bir saatçi dükkânı gibi olduğunu hissettiriyor. Zaman kelimelerle akıp duruyor, öyküsünü okuduklarımız yaşlanıyor. Öykülerin arasına incelikle serpiştirilmiş yazarlar, kitaplar ve keşfedilmeyi bekleyen diğer ayrıntılar var. ‘Coşkuyla Ölmek’ bir kez okumakla bitmeyecek nadir kitaplardan biri. Belki Şule Gürbüz okumanın en güzel yanı da bu: Okurken bir saatin içinden nice dünyaya bakıyor gibiyiz.